28 Aralık 2008 Pazar

ıssızlıklarımıza


son haftaların en çok konuşulan filmi, ıssız adam’ı dün izledim. çağan ırmak sade bir konuyu, en sade bir biçimde anlatarak, etkileyiciliği yine sağlamış. hüznün ve mizahın dengesinde.

ilk on dakikada filmin içine girmekte zorlanırken, ikinci yarıda filmin bir parçasıydım. beni en çok etkileyen; filmin sonunda sevgililerin karşılaşmasında, iç seslerinin duygularını dile getiriliş biçimi oldu. yokluğunda, bir sevgiliye yazılan içten bir mektup gibi… sustuklarımız, göz yaşlarımızla buluştu. anladım ki tutku, tüm suskunluklara rağmen bitmiyor aksine artıyor.

yalnızlığım, bir kez daha yüzüme vuruldu. canım acıdı, hayıflandım. yalnız uyumaya alışmak, belki de yalnızlığa teslimiyetin en acı noktası. sevdiğinle uyumayı özlerken, gözüne uykunun girmemesi. tüm yalnız insanların yaşadıkları, başarılı bir gözlemle sinema severlere aktarılmış durumda.

film bu kadar ilgi ve beğeni topladığına göre, biz ıssızların sayısı hiç de azımsanmayacak düzeyde. tutunmaya çalışırken bir aşka, bir anda içine işleyen yalnızlığın o yanıltıcı kafanın rahatlığı duygusu, korkularını kamufle ederken en tatlı yerinde maalesef ki vazgeçivermek en kolay çözüm olmakta.

filmin müzikleri başlı başına sürükleyici, duyguları betimleyici.

çok söze gerek yok açıkçası. izlenmeli.

ödünç alınan bedenlere değil, ait olunan aşklara…

26 Aralık 2008 Cuma

bitmesin


suskunluklarım gizemli bir hal aldı. sakıncası yok!
iskeleye oturdum, uzandım, ayaklarımı salladım. güneşi içime çektim. kendimle bile konuşmadım. göğün ve denizin mavisinin esiri oldum. tüm bildiklerimi unuttum. zamanı ve düşüncelerimi dondurmuştum. güneş gitti, çözüldü düşünceler. ürperdim. kendime sarıldım. iyi ki bu beden ve düşüncedeyim dedim. tüm hırçınlıklarıma, hatalarıma rağmen kıyamadım kendime. hiç bir şeye sahip olamasam da, ben kendime sahibim. avunabilirim, bu hayatta kendimle derken hava karardı.
bebeksi bir sevinçle, yürüdüm, mavinin kıyısında. düşünceler tüy hafifliğinde. sanırım bu duyguya “huzur” diyorlar. sahilin sonundan gelen şarkıyı duydum, “anlamazdın”. yönümü şarkıya çevirdim. bu anı, bir kahve ile taçlandırmalıydım. hani yağmur başlasa çıldıracağım yalnızlığın romantizminden keyifle derkeen... ilk damla, hedefi vurdu fincanımda.

yudumlarken kahvemi, karıştım yağmura, yağmur denize. İzledim, izledim, hiç bitmesin istedim.



23 Aralık 2008 Salı

ağlayınca geçecek mi?

kafamı eğdim, yüreğime baktım: hüzünlüydü. kendime gönderdiğim sitem mektupları bir hayli birikmiş. öyle ki sıkıntı veriyor artık bana. düğüm düğüm yanyanalar, sanki kendi bedenimde yer bulamıyorum kendime.

yürekteki gerginlik, mideme sıçramış durumda. oysa ki ben kendimi mutlu sanıyor idim. nerede yanıldım!

huzuru bulduğumu sanarken nereden çıktı bu gerginlik? mide kasılmaları, iç yangınları?

soluğum pek bir telaşlı, apar topar merdivenden iniyor gibi hissediyorum her nefes verişimde.

uykularım ağır bir yük, bölündükçe artan!

gülümsemekte acemileşirken, hırçınlıkta ustalaştım.

rahatsızlandım, bir süreliğine kusuruma bakmayın, aksi ve çekilmez hallerimin.

19 Aralık 2008 Cuma

dinlemiyorum


fark ettim ki
hızlı konuşanları
eee duraksamalı konuşanları
yüksek sesle konuşanları
ses tonu pürüzlü olanları
sakız çiğneyerek konuşanları
alkolün etkisi ile sohbeti uzatanları

biliyorum ki kabalık bu yaptığım neyse ki dinlemediğimi nazikçe kamufle ediyorum ama dürüst davranmalıyım ki “dinlemiyorum”.

26 Kasım 2008 Çarşamba

sabır


saatlerce odunun alev alışını, kıvılcım saçışını izledim. zamanın çok ağır işlediğini hissetim. yanılsama olsa bile hoşuma gitti bu duygu. 

bi süreliğine kayboluş...

bir nefes nargile dumanı, bir nefes iç çekiş. 

kendimi hayatın neresine koymalıyım? bilemedim.

kötü haberler alıyorum, ard arda.. omuzlarım düşüyor. üzülüyorum. neresinden tutmalıyım ki acının, hasarı en aza indirgeyebileyim? korkuyorum; çaresizlikten ve çare olamamaktan. yine ürperdi içim.

mutluluklarına tanık olduğum insanları üzgün görmeye alışamıyorum, telaşlanıyorum. kederi bazı arkadaşlarıma hiç yakıştıramıyorum. tabi hayat denilen bu koca hengamede benim yakıştırmalarımın hiçbir önemi olmadığının bilincindeyim! 

her nefeste sabır..

25 Kasım 2008 Salı

tereddütsüz

yola çıktım;
yalınayak.
saçlarım uyku mahmurluğunda.
kestirme bir yol buldum, düşlerime 
unuttuğum bir şey var,
kafamı kurcalayan
her neyse ya da her kimse,
boş veriyorum.
tereddütsüz olarak
sırtımı dönüyorum
çağıran ve geride kalan,
ardıma düşsün!


16 Kasım 2008 Pazar

dua


dua et derya! herkes bana, bunu söylüyor; üstüne, gönlüne göre birini iste diye ekliyorlar. hakkım var mı dua etmeye, talep etmeye? karşıma çıkan iyi insanların kıymetini bilemedikten sonra buna yüzüm yok benim. bu yüzden sadece minnet duyabiliyorum sahip olduklarıma. eğer kalbim denilen kadar temiz ise çıkacaktır karşıma yüreğimi aydınlatan, şefkatini esirgemeden. en umulmadık anda, ansızın!
sağlık, mutluluk ve huzur diliyorum kendime ve tüm sevdiklerime her gece, vicdan hesaplaşmamı yaptıktan sonra. aşk acısı çekenlere ekstradan “sabır” diliyorum. çaresiz acının, yeri doldurulamayacak gidenlerin, açtığı yaraları kapatacak mucizevi bir ilacımız yok henüz.. elimiz kolumuz bağlı sabredeceğiz!

saçlarımı, omuzlarıma alıp, koyuyorum kafamı mis kokulu yastığa. üşüyen ellerim kendi kendilerine ısınıyorlar, uzunca bir süre sonra. kalbim sıcak, ellerim yalnız dalıyorum uykuya.

tanımadığım kimselere de iyi dileklerimi sunuyorum. hastalara acil şifalar..huzur içinde, mutlu bir uyku hepimize.

9 Kasım 2008 Pazar

yenisi


hiçbir şeyin yenisini istemiyorum. elimdekiler bende kalsın. hatta eskilerimi de toplamak istiyorum.
bu kadar özleyeceğimi bilsem hiçbir eskimi göndermezdim, hiçbirinin gitmesine izin vermezdim.. yeniler ile bir yere varılmıyor, yokluğu acı dahi vermiyor. yeninin yerini hemen yeni bir yeni doldurabiliyor. fakat her yeni, eskiyi hep özlemle hatırlatıyor. özlem büyüyor..
geçmişe dayanan dostluklar öyle sıcak ki..öyle vazgeçilmez.
eski sevgililer bile onca yaşanmışlığa, kırgınlığa rağmen o sana kıyamıyor, sen ona kıyamıyorsun. özenin derecesi hep en hassas seviyede tutuluyor. uzaktan izliyor, şefkatin hep onunla oluyor.
yeniyi, tek kalemde yok sayarken, eskiyi yok sayma düşüncesi bile üzüntü veriyor.
yolumun kesiştiği tüm güzel insanlar, sizi çok özlüyor ve hep saygı ile anıyorum. iyi ya da kötü tüm yaşanmışlıklar adına sevgilerimle.

31 Ekim 2008 Cuma

şimdilik açığız


msn’de arkadaşımdan öğrendim, bloglarımız mahkeme kararı ile kapatılmış! allah allah ne oldu dedim ve de bir anlam veremedim. suçumuz ne olabilirdi ki?

bloglarımız, oyun bahçelerimiz bizlerin. yazarak yara berelerimizi pansuman edebildiğimiz sözsel poliklinikler.

gelen yorumlar ise yoğun iletişim ortamında, yaşadığımız derin yalnızlıklara atılan birer çakıl taşı. 

kapandı, açıldı derken bir süre de olsa elimiz kolumuz bağlandı. ee ne yapıcaz şimdi derken alternatif çözüm yolları denendi, komşu gittik başka bir web alanına. 

tedirginim. blog arkadaşlarım da! duygularıma düğüm atıp kös kös oturma ihtimalinden dolayı da kaygılıyım.

acaba bloglarımıza dokunmamanız mümkün mü?



30 Ekim 2008 Perşembe

rüya


gülerim, ağlarım, sitem ederim ama hep kendime.. aklım çıkıyor dengelerim bozulacak diye, henüz oturmadı sanırım taşlar yerine!

“anne” sözcüğünün bir kadına ne kadar huzur verebileceğini rüyamda olsa bile yaşadım. aşk gibi tarifi imkansız bir duyguydu. o sözcüğü duyar duymaz içim ısındı, yüreğim aydınlandı. tüm hücrelerimin gülümsediğini hissettim. rüyalarımın belki de bir mesajı idi ama ben yorumlayamadım. fakat uyandığımda huzurlu olduğum kadar da buruktum da. büktüm dudağımı, düşündüm düşündüm…

iyimser olacağım ya en azından bunu yaşadım deyip çıktım işin içinden. deryaca bir çözüm işte!

aklıma geldikçe gözlerim doluyor, rüyamın tekrarı bu gece olsa keşke!

23 Ekim 2008 Perşembe

uzak


hızlı çarpıyor yüreğimin dalgaları. hüznün hassas dengesindeyim.. sağ gözümden damlarsa göz yaşım başkasına, soldan yola çıkarsa kendime içlenirim. genelde çene altımda buluşur gönlümün çiğ damlaları… beni bir ben mi en iyi anlarım?

bu yüzden mi uzağına bırakıyorum kendimi başkalarının? bir başıma çok korunaklıyım. incitilmek mi tüm kaygım?

mutlu kız modunda ahkam kesiyorum günlük hayatta! hüznüm ve mutluluğum o kadar içrek ki ayırdına varamıyorum. yarısı sökülmüş ve tekrar sarılmış bir yumak gibiyim anlayabilene aşk olsun, sözün gelişi değil cidden aşk olsun! ve de artık olsun.

gün içinde kendime dışardan bir kamera ile baktığımda; çalışırken gülümseyen, şarkı söyleyen, kimi zaman aklına komik bir şey gelip kahkaha atan, kimi zaman ekran koruyucuya bakıp hayal kuran ya da tek kaş havada olayı kavramaya çalışan bir derya’yı izliyorum. çıksa çıksa zorlama bir duygusal komedi olur benim hayatım ancak saray sineması’nda gösterime giren!

düşünmekten, anlam aramaktan, dolanmaktan, hayal kurmaktan, sayıklamaktan yoruldum!

.gel artık

16 Ekim 2008 Perşembe

cümlenin başında nokta


bir noktanın içine kıvrıldım, sığdım
güvenli bir kucak buldum
kayboldum

ay ışığı ısıttı ürkek tenimi
nefesini ensemde buldum
şımardım

ismimi duydum
ismini sustum
avundum

anladım
aldandım

15 Ekim 2008 Çarşamba

güz


yolları kesişmeyen yağmur taneleri, buğusunda süzülüyor camın.

düşüncelerim daireler çiziyor, düşlerim ileri, adımlarım geri gidiyor. gözlerimi kısarak bakıyorum ilerisini görebilmek için. nafile!uykularımı bölüyorum dualarım için. öylece duruyorum yanlış yapmamak için. çok şey yapıyorum öngörebilmek için amaaa hissedemiyorum..

alışmalıyım artık kendimi bulup yitirmelerime; düşlerimin özgür, ruhumun tutsak hallerine.. sustuklarımı tıkıştıracağım bir kadehe, sonrasını bilmiyorum... şu an merak da etmiyorum.

oluruna bırakmayı, sabretmeyi öğrettin ya bana hayat! ilk kadehim senin şerefine!

13 Ekim 2008 Pazartesi

kokusunda çocukluğum var

ay yüzünü gösterdi, beni kendime bir nebze de olsa getirdi..
iyi miyim? bilmiyorum.. kötü müyüm? sanmıyorum! bu ruh hali canımı sıkıyor.
sokak aralarında gezindim, alacakaranlık ve elbette dolunay. mutfaklardan güzel yemek kokuları yükseliyor. hangi yemekler kimin için hazırlandı kim bilir nasıl bir telaş içinde, beğenecek mi kaygısı içinde..

çocukluğumun sokağına girdim. hiç unutmadığım sinema salonun harap bahçesi ve erik aşırdığımız basri amcalar’ın bahçesi.. ve yine aynı karşı konulmaz koku; öğütülmüş kahve kokusu bastırdı tüm yemek kokularını. gülümsemeden edemedim. çünkü artık öğütülmüş kahve satılmıyor o sokakta, yolunu şaşırmış olmalı! nazikçe içime çektim kahve tanelerinin beni tutsak eden kokusunu. çocukluğumun sokağında, çocukluğumun en nefis kokusu hoş geldin demişti. ve de sokağın bitimine kadar bana eşlik etti. şimdi aklıma geldi. belki de bu yüzden kahve pişirmeyi, sabırla köpüğünün oluşmasını beklemeyi seviyorum. çünkü kahve pişirimi sürecinde çocukluğumu bana geri veriyor, çocukluğumdaki pervasızlığı, sakinliği hissediyorum.

kahve hikayelerim geldi aklıma.. pişirdiğim lezzetli, taşan ve de kimi zaman yüz karası kahveler. her biri kırk yıllık hatır ve birikmiş dost sıcaklığında pişirilmişti, dostluğun özü olan sabırla…

29 Ağustos 2008 Cuma

sol yanım


yüreğimin dilinden en iyi küçük serçe parmağım anlıyor nedendir bilinmez..? ikisi de sol yanımda olduğu için mi ki? bu sadece bir tahmin. sol elimin serçe parmağı 2 senedir sızlamamıştı.. birden sızıyı hissedince yüreğim gözyaşlarını dizginleyemedi. tüm senelerin sızıları geldi aklıma. canımı yakan tüm sözler..yaptığım haksızlıklar… beni daha çok üzen duyduklarım değil benim söylediklerim ya da sustuklarım!

en büyük vicdan azabım; onca yoğunluğumun içinde msn’de gözüm sana ilişti. sana söyleyemesem de; sen bana beni sevdiğini söylediğinde ben sadece “teşekkür ederim” dedim ya o an dünyanın en aptal yanıtını verdiğimin ve de seni ne kadar üzdüğümün farkındaydım. sevginin kutsallığına en çok inanlardan biri olarak, o güzel sözlerin karşılığında sadece “teşekkür ederek” sanma ki çok duyarsız biriyim..sana vereceğim her yanıt seni zaten üzecekti, ben o an sadece “teşekkür ederim” diyebildim.

gerçekten üzgünüm..ben de içerliyorum inan! sevgisizliğin uçurumunda, güvenilir bir sevgiyi göz ardı etmek sanma ki kolay.. bunu bil bana yeter. ve de artık başkası var mı diye sorma.. çünkü yok.

gözyaşlarım çene altımda buluştu, rotasını şaşmadan! en azından onlar bile buluştu diye bayat bir cümle yazmadan edemeyeceğim,

kim dedi anımsamıyorum ama güzel oluyormuşum ben ağlayınca. bana kalırsa şebek gibi oluyorum ya gerçi :)

ağlarken gülmek zorunda mıyım?

26 Ağustos 2008 Salı

gecenin serinliği

yandaki fotoğrafa bakıp çeşitli hayaller kurabilecek iken; ben sadece kendim olan hayalleri tercih ediyorum.

ince topuklu ayakkabılarımın, düzensiz çıkardığı sesler ile yürüyorum, ıslak taşlı yolda. az önce yağmur dinmiş olmalı ki bu yüzden kırmızı şemsiyem elimde. ara sıra o da eşlik ediyor ayakkabımın çıkardığı seslere.

krem rengi rüzgarlığımın ıslanmasına ve kirlenmesine aldırmadan, loş ışıklı kafenin ıslak masasına oturup sert bir kahvenin kokusunu içime çektikten sonra sıcaklığını hem ellerimde hem de dudaklarımda hissetmeyi çekmeli canım.

eminim içim ürperecek ve bu bana müthiş bir zevk verecek...

mola veren yağmur, damlalarından ilkini fincanıma isabet ettirmeli, çekinmem gerçi yağmurlu kahve içmekten. bir de onun tadına bakmalıyım, ikinci damlanın isabet etmesine fırsat vermeden!

damlaların hızı artınca şemsiyemi açıp devam etmeliyim kahvemi yudumlamaya, aceleye getirmeden.

ıslak kaldırımların, ürpermenin ve yalnızlığın tadına vardıktan sonra sol köşesinden çıkıp gitmeliyim bu güzel fotoğrafın.

21 Ağustos 2008 Perşembe

parçalı bulutlu


yakalasa beni hırçın bir yağmur hemen şimdi.
tutsak etse kendine
hem de şimdi
derin bir iç çekişimde elimden tutuverse...

20 Ağustos 2008 Çarşamba

son durak foça olsun

yüzümdeki her çizginin bilgece oluşmasını diliyorum. öylesine yaşamadığım gibi öylesine yaşlanmak da istemiyorum.

el çabukluğu ile topladığım saçlarıma yosun kokusu sinsin istiyorum ki uyku öncesi yastığa dağıldıklarında denizi içime çekebileyim..

balıkçı tekneleri ile gönderdiğim düşlerimin, yorgun argın dönüşünü, en olmadık saatlere kadar beklemek istiyorum.

kalabalık ve şen sofralar kurmak istiyorum, dostların sıcak kahkahalarını ağırlayan. hüznümü, foça’nın mavisi ile paylaşmak istiyorum.

herhangi bir akşamüzeri, renkli saksılarda mis kokan çiçekleri suladıktan sonra çıkıp saklambaç oynamak istiyorum ay ışığı ile foça’nın arnavut taşlı sokaklarında..

ilk aşk filmi’ndeki gibi foça’da aşık olur muyum bilmiyorum ama foça’da yaşlanmak istiyorum...

19 Ağustos 2008 Salı

sözcükler ve aşk

sadece sözcüklerle sevebilir miyim? uzağında durarak, dokunmadan sadece ve sadece sözcüklerimle.

sadece sözcükler ile dokunma mesafesindeyken bile dokunmuş gibi hissedebilir miyim?

karşımdayken, parmak uçlarımı gezdirmektense kirpiklerinde; noktasız, virgülsüz sözcükleri konduruvermek, dokunamadığım kirpiklerine! adayarak her sözcüğü aslı suskunluk olan hallerime! dokunamadığım ellerinde kar tanesi gibi eriyebileceğimi sadece ve sadece sözcüklerimle anlatabilir miyim?

sadece sözcüklerimle seversem acı çekerim.

bildiğimden kendimi bakmam gözlerine, takılırım başka bir noktaya. oyalanırım başka detaylarda..

ancak sözcüklerimle çektiğim sızıyı dindirebilirim.

doğu diyarlarının esintilerini taşıyan ruhum, hem sözcükleri özgür bırakmak hem de dokunmak isteyecek kaygısızca.. vee asla aşk konusunda “sadeceler ” ile yetinmeyi bilmeyecek.

sözcüklerim benim sihirli yara bantlarım...

11 Ağustos 2008 Pazartesi

kadının ait olduğu yer, erkeğin avuç içidir aslında

uyku kaçar, arkasından seslenmeye gücüm yetmez, perdeye dolanır ve rüzgar ile bırakır gider...

yastığıma sarıldım, bir ümit belki dalarım uykuya diye ama mümkün mü? hayal de kurmak istemedim. nedense ruhumun basamaklarında da gezinmek hiç cazip gelmedi geçen gece uykum kaçtığında. oturdum yatağa, bağdaş kurdum, başımı iki elimin arasına aldım. başladım düşünmeye..

aklıma izlediğim filmlerdeki, erkeğin kadına olan dokunuş sahneleri geldi. avuç içi ile sevilen kadınlar şanslı bana göre. çünkü gerçekten seviliyorlar demek. belki de avuç içi yüreğin dışavurumu. belki kadın da sezinliyor bu sevgiyi. çünkü hangi yapıda olursa olsun o dokunuş ile minik bir pisiciğe dönüşüveriyor tüm kadınlar.

avuç içindeysen bir erkeğin, kalbindesindir de! avuç içi ile dokunulmak; dokunuşun fısıltısı, ruhuna olan yakınlaşma, % 100 ait olma ve de şefkatin en narin noktası..

erkeğin avuç içinde uyumak; güzel olur zannımca.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

film, sinemada izlenir!

güzel bir dergiyi inceledikten sonra insanın neden keyfi kaçar? neden mi kaçar gösterime giren filmleri, sinema şenliklerini görürse kaçar..yok kim ki duk toplu film gösterimi, yok imbat esintisinde sinema keyfi, yok antalya film festivali hazırlıkları, yok desem’de dünya sineması... köz gibi içime oturdu bu etkinliklerin uzağında olmak!

unutmadan açıklayayım; kim ki duk boş ev isimli harika filmin uzak doğulu yönetmenidir. diğer yapıtlarını izleme şansım olmadı ve de bugün okuduğum dergide büyük bir fırsatı kaçırdığımın farkına varıyorum...ve de çileden çıkıyorum.

çocukluğumda olan yazlık sinemalar nerede şimdi? sunay akın’ın dizeleri düşüyor aklıma..üzülüyorum.

antalya cinebonus’un 3. salonu seni çok özledim..film başlamadan önce yayınlanan reklamları bile özledim!

30 Temmuz 2008 Çarşamba

marslı bir dileğim var*

zaten var olan bir çocuğu sevme fikri, şu sıra hayatımın b planı iken izlediğim “merhaba dünyalı” olarak türkçe’ye çevrilen ve orjinal adı “martian child” olan yapım, 2007 yılında gösterime girmiş.

kendi adıma çok etkilendim. açıkçası harika bir yapım olduğunu söyleyemeyeceğim, sadece tıkandığım bir noktada duygu paydaşı oldum filmdeki david ile. ancak film, "uzaylı" temasının yanında, esas olarak çocuk sevgisi, toplum yapısı gibi konulara değinen sıcak bir hikayeye sahip. belirtmeden geçemeyeceğim ki yönetmenin, mevcut düzene dair tutumunu anlayamadım. örneğin bush’un portresi her otorite ortamında (ki bunun geneli uzlaşmazlık taşıyan görüşmelerdi) istinasız yer alıyordu. bir onay mı yoksa eleştirel bir gönderme mi çözemedim!
küçüklüğünde sıradışı bir çocuk olan david gordon (john cusack), bilimkurgu yazarı olmuştur. nişanlısı öldükten sonra, zeki fakat sorunlu bir çocuk olan 6 yaşındaki dennis’i (bobby coleman) evlat edinmeye karar verir ve onu tüm tuhaflıklarına rağmen sever. dennis mars'dan geldiğini düşünmektedir; ilginçtir, mistik ve gizemlidir, kendine özgüdür, zekidir ve de sevgi dolu bir çocuktur. kendince bir bakış açısı vardır ki bu bir çok metaforla vurgulanmıştır. yaşadığı kutunun deliği, arabanın sunroofundan ağaçları izleyişi, poloraid fotoğraf makinesinin kadrajının olanaklı açısı ile dünyaya bakışı...

dennis marslı olduğuna inanır. ancak mars gerçeği ile onun düşleri örtüşmez ve arabaya binince david’e ben başka bir mars’dan geldim galiba der. kendini çelişkiden kurtarmak için çoğu zaman benim de yaptığım iyimser bir çıkış noktası :)

dennis ve david’in dansı, noel gecesi dennis’in david’in elini tutmak için uzattığında, david’in bunu farkında olmadan kaçırması... 2 kere izledim, hem gülerek hem de göz yaşı akıtarak...

birilerine uzanan ve karşılığında hiçbir şey beklemeyenlerin, beğeneceklerine emin olduğum bir film.

*dennis’in sınırlı sayıda olan ve gerçekleşen dilekleri

23 Temmuz 2008 Çarşamba

yüzüme tutulan ayna: dolunay

ben hiç olmadığım kadar benim, gökyüzünün bu mevsiminde. insafsızca etkiliyor beni, beni kendine çekiyor. sarıyor ışığı ile sarıyor, sarıyor; ruhumu karıştırıyor, kışkırtıyor, hem çok masum hem de çok hırçın yapıyor.. ay dilinde fısıldıyor sözcükleri kulağıma usulca. elim, kolum, düşlerim, yüreğim bağlanıveriyor, soluksuz bakıyorum gökyüzüne. beceriksizce bir teslimiyet bu. yeryüzünde “bir tek ben varmışım” hissine dayanan, benlik duygumu yitirişim.. kaç kişi var ki benim bu ayini yaşayan her dolunayda? her dolunayda dizginlerin teslimiyeti..

yeni fark ettim ki, hiçbir erkeğin gözlerine dolunaya baktığım gibi bakmadım. küçük ve şımarık olduğu kadar bilge bir ay kızı edasıyla, saatlerce, tereddütsüz, gözlerimi hiç kaçırmadan, yüzüm aydınlanarak ve ayaklarım yerden kesilircesine...

12 Temmuz 2008 Cumartesi

başbelası fermuar

yeni taşındığım evimin dekoruna uygun boy aynası bulamadığım evim için boy aynası satın almamıştım. beni tanıyanlar için şaşılası bir durum tabi ki bu. sonrasında da unuttum demek ki ancak arkadaşımın evime geldiğinde “kızım sen nasıl giysi deniyorsun?” dediğinde ayırdına vardım, bir boy aynam olmadığının. “kafamda hayal ediyorum, aynaya gerek kalmıyor” dediğimde “ilginçsin yaa” cevabı gecikmedi. 3 seneye yakın boy aynası kullanmadım.

yine kafamda bir kreasyon planlanın detaylarını hayal ediyordum; kuaföre gidilecek saçlar ensede zarifçe topuz yapılacak, inci küpe takılacak, sırtı açık boyundan bağlamalı, kahverengi üstüne beyaz puanlı elbisenin şıklığı (60’lı yılların zarif çizgilerini taşıyor, o dönemde doğmalıydım ben), bilekten bağlamalı beyaz topuklu ayakkabı ve beyaz çanta ile tamamlanacak. hafif bir koku olan gardenya tercih edilecek ve tabi koyu renk oje sürülecek.

evet her şey tamamdı. özel bir gün olmasa da benim keyfimin oldukça yerinde olduğu bir gündü. arkadaşlarımla buluşacaktım. müzik dinleyerek makyajımı da bitirmiştim. zamanında hazır olurum hep, bekletmeyi sevmem. ki zaten hazırlanma konusunda pratik biriyim. elbisemi giyip çıkacaktım. ki o da ne? olmuyor, kolum yetişmiyor. uğraşıyorum, hopluyorum, zıplıyorum fermuarın başlangıç noktasına ulaşamıyorum. haziran ayı, antalya hem çok sıcak hem de çok nemli. delirmemek elde değil. elbise yapıştı üstüme kıpırdamıyor. elbisenin kabusu çöktü resmen üstüme ve de geç kalma telaşı sardı hepten! debelendikçe sinir oluyordum aslında çok komikti halim ama ancak şimdi gülebiliyorum :)

apartmanda da kimse yok ki gidip yardım isteyeyim. üzerime bir şey alayım, arkadaşım çeksin diyorum ama çözüm değil çok usturupsuz olacak. iş düştü başa, hemen makaradan ip koparıp fermuara bağlıyorum, ipin ucu elimde, en azından elimin yetişebileceği yere kadar fermuarı yukarı çekmeyi başarıyorum. hıh tamam elim yetişti. istikrarlı bir fermuar kapanma sesinin ardından, savaştan çıkmış gibi yorgun hissediyorum kendimi ancak savaşı kazanmanın verdiği hazzı tebessümümde gizli. bahçeye indiğimde yeniden doğmuş gibi ferahlıyorum…

yine aynı elbise ve yakın bir tarih. “anne fermuarımı çekiver” diyorum. hiiç mücadele etmeden. annem de uykuya dalmak üzereymiş, uykusunu dağıtmış olmamdan dolayı sinirli “evlen de kocan çeksin!” diye yapıştırıyor cevabını.

çoğu zaman sevdiğim yalnızlığımdan, kimi zaman sitem etsem de en çok elimin yetişemeyeceği derinlikte olan fermuarlı elbiseler yüzünden nefret ettim!


*elbiseli fotoğrafımı taramam gerek

10 Temmuz 2008 Perşembe

kısa bir mola

izliyorum..izliyorum cama yapıştırıp yanağımı olan biteni. kimi zaman kollarımı kavuşturarak, kimi zaman şarkı mırıldanarak. kimi zaman alnımı da yaslayarak cama.. öylece durmalıymışım gibi geliyor. olan biten anlamsız geliyor. anlık tepkilerimle geçiştiriyorum durumları. nereden çıktı şimdi bu "bekle, bekle ve gör, neler olacak bakalım" düşüncesi? elbette evhamlanıyorum. ben alışkını değilim ki kendimin durgun, sakin, sabırlı hallerine... oluruna bırakmayı mı öğrendim ne? yoksa neyin nesi bu boşvermişlik?

şimdi yazarken bile omuz silkiyorum.. hayret bişey yaa..anlayamıyorum. kendi kendime mi inadım!
hayallarim eşit uzaklıkta her bir düşüme. yönümü bilemiyor, hiç bir düş tablosuna koyamıyorum kendimi. yüreğim demir attı. mıh gibi. kımıldamıyor, kımıldatamıyorum. anladığım kadarı ile ürküyor.
üzülüyorum aslında.. farkındayım. hiç bir zaman umutsuzluğa düşmedim ancak bu durum sessiz bir teslimiyet, kabulleniş.
abartılı isteklerim olmadı hiç hayattan. dinginlik ve denge istedim doğadan.dün gece uyku öncesi sezinledim ki hayallerimde bir başkası yok artık. orta yaş halimi kurguladığımda minik ve şirin bir evde, mutfakta kahvaltı hazırlıyorum tek kişilik, iç dünyası çok kalabalık olan kendime. hoş bir serinlik var masada. nergis çiçekleri tabaklara uyumlu, vazoda. antalya'daki şirin evimin çok kere tanık olduğu manzara aslında bu! o yüzden biliyorum yine üşeneceğim fırından ekmek almak için evden çıkmaya :)
korkutmuyor yalnız yaşlanmak, ama neden çayını doldurabileceğim bir fincan daha olmasın o kahvaltı masasında?
......................................düşüncelerim karıştı..........derin bir iç çekiş.......zamana teslim olmak en iyisi. en iyisi putuheba sen iyice yapış o, olanı biteni izlediğin cama!




7 Temmuz 2008 Pazartesi

nedensiz mutluluklarımıza

mutlu, kuş tüyü misali uyandığım sabahlardan birindeyim. her şey o kadar anlamlı ki... hüzünlü şarkıları kaldırmıyor bünyem. ve şu sıra dinlerken mutlu olduğum parçanın linkini ekliyorum ki; mutlu olmak için neden bulamayanlara minik bir neden sunmuş olabileyim.
elimizde kahve fincanları ile minik salınımlar ile eşlik edelim parçaya...
günümüz aydın olsun..


Because I Got High - AfroMan

gülüşü için ölünenlere

bir gülüşe esir olup, dudak kıvrımlarında kayıp olabirim üstelik hiç de korkmadan! sorgusuzca.. dalar giderim gülüşlere, biteceğimi bile bile. bittiğim yer gözlerden ziyade gülüşlerdir benim. kanarım gülüşlere, ardını düşünmeden.

ille de gamzesi olması gerekmez ama varsa eğer... aklım başımdan gider. o minik gamze, dipsiz bir kuyu olur benim için.. kendimi ben bile kurtaramam..

linkdeki şarkıyı öneririm. yüreğiniz kıpır kıpır olacak..

tonight remx - reamonn">

6 Temmuz 2008 Pazar

hoş geldin!

kapıyı açtığımda, ay gibi yüzü ve güzel gülümsemesi ile karşımda beliren dosta, çelik kapıya yaslanarak aynı tebessümle “hoş geldin” demek benim için bayram sevinciydi; çünkü ancak “hoş geldin” cümlesi ile evimin yalnızlığı giderdi. dost, çantasını verir, o ayakkabılarını çıkarırken sohbet çoktan başlamıştır bile… diğer daireleri boş olan hayalet apartmanımızın merdivenlerinde yankılanırdı bizim neşemiz.

öyle pek konuğum olmazdı benim. bayramda bile kapımı çalmazdı çocuklar. sürünürdü özenle alınan çikolatalar, aylarca dolapta. o yüzden konuklarım (ki onlar iki üç tanedir) çok özeldi benim için ve onlara söylediğim “hoş geldin” cümlesi çok ama çok anlam içerirdi:

hoş geldin, öyle ki beraberinde yalnızlığımı giderdin.
hoş geldin, evim ve ben mutluluğun için hizmetindeyiz
hoş geldin, kendini evinde hisset.
hoş geldin, tam da zamanında geldin.
hoş geldin, özlemişti seni lila rengi koltuğun
hoş geldin, masaya bir tabak koydum bile.
hoş geldin, bir de gitmesen!

az önce telefon ile konuştuk…uzun upuzun bir aradan sonra. kızım olursa yüzü sana benzesin diye dua ettiğim dost, hoş geldin! o gidişin son olsun..

seyran’a sevgilerimle.

3 Temmuz 2008 Perşembe

babamın kızıyım ben!

çocuk aklımla saklamışım babamın yazdığı şiirleri. sıkıştırmışım tarih atlasının arasına. dün geçti elime tekrar.. severim ben anıları deşmeyi, kitap arasındaki notları okumayı; yazı yazmayı sevdiğim gibi..
sene 1959, babamın "karanlık" isimli şiiri, varlık mecmuası tarafından açılan yarışmada dereceye girmiş ve bir çok şiiri yayınlanmış dergide. bu şiirin çok hoş olan anısını da eklemeyi unutmamış canım babam, inci tanesi yazısı ile.

"beni, ürkütüyor karanlık
yalnız kaldığım anlar…
bir ejder oluyor gözümde
sıvası dökülmüş, boyası çürümüş,
harap damlar..
bilmem niçin korkuyorum ?
damımım üstünde bir ulu kuşu
içimde bir heyecan, bir sessizlik
ah şu güneş ahh!
şu ışıksızlık..."

9 Haziran 2008 Pazartesi

kalbi kırılmış tüm kadınlara..

kızılderililer üzerine ilgim tekrar başlayınca biraz araştırma yaptım. aktaracağım öykü çok dokunaklı geldi. kadınların içgüdülerinin ve duygularının, dünyadaki en ilkel insan topluluklarında da, en uygar toplumlarda da, aynı olduğunu gösteren bir aşk öyküsü bu. şöyledir:
ampata, genç ve cesur bir savaşçının karısıymış. iki çocuk annesiymiş. bir zaman , kocası ve çocuklarıyla birlikte mutlu bir şekilde yaşamış. evleri bazen; ağaçsız, uçsuz bucaksız düzlüklermiş. bazen de, kulübelerini orman içinde bir derenin kıyısına kurarlarmış. ampata; derelerde, nehirlerde bir aşağı bir yukarı kürek çeker, hasır yapmak için saz ararmış. ya da ormanda dolaşır; çadır yapmak veya yakmak için ağaç kabukları toplarmış. yazın açık alanlara çıkarlar; kışınsa, ağaçlık bölgelerde, güneş gören daha korunaklı yerlerde barınırlarmış. hayatlarını, işte böylece, rahat ve mutlu bir şekilde sürdürürlermiş.
ampata'nın kocası, zamanla kabile içindeki etkinliğini ve etkisini artırmış ve sonunda , günün birinde reis olmuş. bu, ampata'nın yüreğini kıvançla doldurmuş ve kocasını her zamankinden çok sevmesine neden olmuş. ancak ampata, zamanla farkına varmış ki; kocasının rütbesi ve önemi arttıkça, önceden beri sahip oldukları aile içi rahatı ve huzuru bulamaz olmuşlar. kocası, artık bir halk adamı olmuş. evleri, sürekli gelip giden ziyaretçilerle dolup taşıyormuş. kocası ise, topluluktaki önemi arttıkça; yetineceğine, hırsı daha çok bileniyormuş. bir süre sonra, etki alanını daha da çok genişletmek için, yakınlarda yaşayan ünlü bir kabile reisinin kızını , ikinci bir eş olarak almaya karar vermiş.
ampata, kocasının bu arzusunu öğrenince dehşete düşmüş. kocasının bu kararına karşı çıkmış; ama, kocası onu dinlemiyormuş bile. ampata'ya, ikinci bir kadınla evlenmenin , kabile içindeki etkisini iyiden iyiye artıracağını; bu yüzden de, yeniden evleneceğini söylemiş. ampata, kocasıyla aynı evde kalarak, bu utanca daha fazla katlanamayacağına karar vermiş. böylece, kocası yeni eşini eve getirmeden önce kalbi kırık bir şekilde, iki çocuğunu da yanına alarak babasının evine gitmiş.
kışı, babasının yanında, akrabalarıyla birlikte geçirmiş; ancak geçen zaman, ne kederini ne de umutsuzluğunu azaltmış. bahar geldiğinde, babasının topluluğu, kışın yaptıkları kanolarla birlikte, mississippi'den aşağı kürek çekerken, ampata da onlarla beraber gitmiş. iki çocuğu da, kanoda kendisiyle birlikteymiş. kanolar, st.anthony şelalesi'ne yaklaştıkça, güçlenen akıntılar yüzünden kıyıya yönelirken; ampata, akıntının ortasına doğru kürek çekmeyi sürdürmüş. akıntı ve girdaplar öylesine güçlüymüş ki; kano, giderek daha da hızlanmış ve artık, kürek de bir işe yaramaz olmuş. işte , tam bu sırada, ampata oturduğu yerden doğrulup, gözyaşları içinde şu veda sözlerini söylemiş:
"bir tek onu sevdim ve onu bütün kalbimle sevdim. taze avları, onun için pişirdim; onun için süpürdüm, çalı süpürgemle ocaktaki külleri. onun için giyindim, süslendim; onun için diktim ayağına giydiği geyik derisinden çarıkları. nasıl beklerdim, bitmek bilmeyen günler boyunca onun avdan dönmesini ve nasıl da sevinçle dolardı kalbim, ayak seslerini duyunca! gönülden bağlıydım ona. bütün dünyamdı o benim. ancak, o bir başkası için terk etti beni ve hayat artık taşıyamayacağım bir yük oldu şimdi. çocuklarım bile, üzüntümü çoğaltıyorlar. yüzlerinde onu görüyorum; bana babalarını anımsatıyorlar sürekli. verdiği hayatı geri alsın diye yakardım yüce ruh'a. çünkü, istemiyorum artık onu; dualarımın kabul olunacağı akıntıya bırakıyorum şimdi kendimi. bembeyaz köpüklerini görüyorum suyun; onlar benim kefenimdir. çağıltısını duyuyorum şelalenin; o da cenaze şarkımdır benim. elveda!"
ampata'yı durdurmak için çok geçtir artık. yakınları, kanonun, köpüklerin içine daldığını görürler. çağlayanın altında dengesini yitiren kano, sulara gömülür. kimi zaman, gece yarısı, nehrin kıyısında duran karanlığa kalmış bir yolcunun; ay ışığının altında, pusun ve su serpintisinin arasında, ampata'nın kanosunu gördüğü söylenir. bir an için, şelalenin kıyısında beliren görüntü, hemen pusunun içinde kayboluverir.
bu zavallı, yüzüstü bırakılmış ve düş kırıklığına uğramış kadıncağızın öyküsü gerçek olabilir. gerçek olan şu ki benzer duyguları yaşayan çok kadın var yeryüzünde..

2 Haziran 2008 Pazartesi

sözcüklere sığınmak gücüme gidiyor

yastığım, gözyaşı haritası.
sol elimin serçe parmağı acı çekiyor, yüreğimin sızısını paylaşıyor. büyük bir kıza yakışmıyor ağlamak..

öğlenden beri kötüyüm.. başım çatlıyor. avutulamayacak bir noktadayım..

ben sana sığınmak isterken, şimdi sözcüklere sığınıyorum, evin en küçüğü, mahallenin kara üzümü, seninse minik soban ben.

"haydi silifır" diye bir koşu gider alırdım ilaçlarını, meğer sen çok acı çekerken, ben oyun oynuyormuşum..dizine yatırıp, sırtımı kaşıyarak uyuttuğun anlar ender anımsadığım anılarımızdan..

sözcüklere değil sana sığınmak istemek, imkansızlığını bilmek, çok şey istediğini bilmek ve tıkanmak.

çok özledim..

yazım kısa oldu aynı senin benim hayatımdaki varlığın gibi..

yarım kalan cümlelerim gibi yan yana üç noktalı...

üç noktalı sana olan özlemim!

sözcüklere sığmıyor yalnızlığım, sığmıyor sensizliğim çünkü şefkatine hasretim...........................................

oysa sensiz ben hep eksiğim..

benim eksik kalacağımı bilseydin gider miydin? yazamıyorum çünkü gözlerim doldu. özlemin çığ gibi içimde, derinlere sığmıyor. yüzleşme vakti çok yakın, başedemiyorum sensizlikle..

12 Mayıs 2008 Pazartesi

kadın kokusu

bilen bilir bu filmi ve de filmin en etkileyici skeansını...daha sonra yazacağım..demiştim.. ki artık zamanı geldi. yeterince ertelemişim..
filmi ilk izlediğimde yıllar önce( linkini verdiğim )muhteşem sahnenin etkisinden kurtulamamıştım. ve de elbette tango öğrenmek istedim. hayalim bu melodi ile tango yapmaktı veee oldu. ehh alpacino ile dans etmek de vardı hayalde! tabi buna da şükür diyorum.. tangonun "tutku" olduğunu bir kez daha anladım. al pacino filmde görme engelli bir emekli albayı canlandıyor. (ben bu detayı vermeseydim çoğu kişi bunun farkına bile varamayacaktı. )
film 1992 yapımı olup, üstün perfomans sergilediği albay frank rolü ile al pacino'ya en iyi erkek oyuncu oscarı'nı getirdi.
dansa başlarken frank, küçük dokunuşlarla partnerini tanıyor. öyle zarif, nazik ve naif ki...sorgulamadan edemiyorum. modern dünya duyularımızı köreltmeye devam ediyor..hislerimizi zedeliyor..
el yordamıyla değil de his yordamıyla yaşasak diyorum..
gelelim filme bence harika bir dostluk ve dram örneği. daha fazla söze gerek var mı?
tango ise sözün fazlalık olduğu; tutkunun müzik ve bedenle zarafet eşliğinde harmanlandığı farklı bir boyut...
dostlukla

13 Nisan 2008 Pazar

hep iyimser şeyler yazacak değilim ya!


bugün kendime çok öfkeliyim. kendim dediğim kişilik çok pişman olsa da; ona karşı bilinçli kimliğimin öfkesi çok büyük.

resmen kulaklarımdan ateş fışkırıyor. kendime çok uzun süredir böylesine kızmamıştım. dersini alsın ve otursun bir köşede diyemiyorum. nedense bugün hoşgörüm de yok kendime. sinir katsayım çok yüksek. sinir de değil aslında ÖFKE!

neden diye kimse sormasın...

bu öfkeyi unutup geçmemek için yazıyorum ki sıklıkla hatırlayayım. kendime karşı bu kadar acımasız olabileceğim hiç aklıma gelmezdi. bir süre affetmeyeceğim kendimi.. buna eminim

9 Nisan 2008 Çarşamba

bahar rüzgarı, seni bekliyorum


hava kapalı, öğle arası molası.. pencerenin camına yaslanmış sokağı gözlemliyorum. zamanın bir az daha yavaş geçtiği yer Kiraz. çocukluğum, öğrencilik günlerim gözümün önünden geçti. saklambaç oynadığım sokaklar. buz gibi suların aktığı tulumbalar..neyini seviyorum ki buranın? yanıtı ise yok!

leylaklar açtı, eflatun mor ve etkili leylak kokusu.. bahar geldi. kısa kollu giyilecek, ilkbahar rüzgarı t-shirtümden içeri sızıp tenime dokunacak. bir tur atıp, baharın gelişini tüm tazeliği ile hissettirecek. ürpereceğim. Bu duyguya bayılıyorum. rüzgarın beni bu şekilde karşılaması bana heyecan veriyor. zamanı geldi, hadi artık erteleme düşlerini, takıl peşime dercesine.. kışkırtıcı bir daveti var rüzgarın. hani kansam şu rüzgar hazretlerine, kestiremiyorum ki bahar yolculuğunun nerede son bulacağını..bir gün takılıp gideceğim peşine ki bu çok aşikar.

doğanın tüm tazeliğini içime çekiyor, yeşilin tonları ile gözlerimi dinlendiriyorum. kiraz- ödemiş arası yolculuk etmeyi bu yüzden çok seviyorum, susuyor; düşlüyor, düşünüyorum.. en çok da gülümsüyorum :) hücrelerime işliyor yeşilin kimi zaman mahsun kimi zaman şımarık tonları.

şefkatli doğa ana; içimi ısıtıyorsun, bedenimi tazeliyor, gözlerimi şımartıyor, umut dolduruyorsun yüreğimi. neşeleniyor, yaramazlaşıyor, kendime ansızın yaklaşıyor, ansızın uzaklaşırken dingince karışıyor ruhum bedenime, beynim düşlerime. eşsiz tınılar yükseliyor bana ait tüm yüzeyden. gökkuşağının altından geçerken minicik bir kız oluyorum. nefesimi tutuyorum. dileğim aklımda.


bahar rüzgarı, kaldırıma oturmuş seni bekliyorum.

10 Şubat 2008 Pazar

deryaaa, putuheba ne demek?!

putuheba yani benim blog sayfam, ismini hitit kralı III. hattuşili’nin eşi olan kraliçeden alır almasına ama….

bundan 4-5 yıl önce tolga örnek’in hititler belgeseli’ni izlemiştim. III. hattuşili’nin karısına duyduğu aşk ile evliliğini anlatan kitabede ilk defa yazılı tarihte “sevgi” sözcüğüne rastlanmış. bu durum beni çok etkiledi, belgeselin sonunda zaten gözlerim doldu.

ancak sevgi sözcüğünü tabletlere geçirten eşsiz kraliçenin adı puduhepa imiş. tabi ben onu “putuheba” olarak algılamışım. elbette araştırma yaptım ama putuheba diye bir şeye rastlamadım. ki yeterli bir araştırma olmadığını daha sonra “hitit kraliçesi” olarak arama sonuçlarında yaptığım hatayı geç olsa da anladım. ancak sayfamın adını değiştirmeyi düşünmüyorum. fakat puduhepa’ya hayranım o da ayrı bir mesele..

amaç blog ismi olduğundan, ki bloğumun bir kişiliği olsun istedim. ki kişiliğin aslı bence özgünlüktür. baktığımda “putuheba” yanlışlık ile olsa özgün bir blog ismi oldu. iyi bir blog ismi bence; iyi bir marka ismi adayı :)

gelelim puduhepa’ya; m.ö. 13. yüzyılda yaşamış hitit hükümdarı III. hattuşili'nin karısı ve hitit imparatorluğu'nun kraliçesi (tavananna)'dir. döneminin kraliçelerinden farklı olarak, yönetimde söz sahibiydi. zeki bir kadın olduğu kuşku götürmez. tarihin ilk barış anlaşması olan kadeş anlaşması tabletleri’nde putuheba’nın da mührü bulunmaktadır.

ramses serileri’nde nefertari ve II. ramses ile mektuplaşmaktaydı, putuhepa. diplomasi alanında da etkiliydi. askeri alan dışında her alanda söz sahibi ve kadın haklarının savunucusu olmuş.

puduhepa ve III. hattuşili’nin birbirlerine gerçek bir sevgi ve empatiyle bağlı olduğu ve beraber çok iyi geçindiklerini belgeselde izledikçe ve kralın ölümü ile puduhepa’nın tanrılara yaptığı duayı, hititçe seslendirilen hüznü ve acıyı hatırladıkça ürperiyorum.

puduhepa, III. hattuşili'den sonra oğlu IV. tuthaliya'nın krallık süresi içinde de tavananna; 'ana kraliçe' ünvanıyla yönetimde bulunmuştur; çünkü hitit hukuku'na göre kazanılmış bir hak olan tavanannalık kral eşin ölümüyle bile kaybedilmemekte, tavanannanın ölümüne kadar devam etmekteydi.

hititler belgeseli, başarılı bir canlandırmaydı ve onun özel bir belgesel olmasında en özel neden ise hititçe yapılan seslendirmeler, beni resmen büyülemişti. aklıma gelmişken puduhepa’yı sanem çelik canlandırmıştı.

işte, putuheba aslında puduhepa demekti, puduhepa ise tam anlamıyla kadın demek… kısaca çok şey demek; bundan 3000 yıl öncesi kraliçe olan puduhepa’dan alınacak çok ders, öğrenilecek çok şey var.

6 Şubat 2008 Çarşamba

ASIL KADIN OLMAK




Kadın Olmak!...
Bir kadın çocuktur aslında… Çocuk gibi davranmayı sever. Erkeğin kendisine bir çocuğa gösterdiği şefkati göstermesini ister.Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak sevmeli erkek kadını… Ama hiç bir kadın çocuk muamelesi görmek istemez. Söylediği şeyler çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını ister.Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz; ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz..
Bir kadın güçlüdür aslında...
Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür. Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez. İster ki, erkeğin gücü kendisine huzur versin. Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler. Böylece hem daha kadın olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne kadar güçlü olduğunu görecektir. Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz. Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar.
Bir kadın sevgidir aslında...
İçinde her zaman sevgiyi taşır. Sevdiklerinden kolay ayrılamaz. Sevdiklerini kolay kolay kıramaz. Zor sever; ama, tam sever. Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız. Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz. Ancak beyninde yer alamazsınız. Her an terk edilebilirsiniz. Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette Bunun tek nedeni ise engelleyemedikleri ”acımak" duygusudur.
Bir kadın yalnızdır aslında...
Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz. Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır. O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez. Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz. Yalnızlık onun sığınağıdır. O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi karar verir. Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız, onu sonsuza dek kaybedebilirsiniz.
Bir kadın çılgındır aslında...
Neler yapabileceğini erkek aklı hayal bile edemez. Üreticiliğinin sınırı yoktur ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler. Hoyratça harcamaz üreticiliğini. Sadece erkeğine saklar. Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir. Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor. Yemek yemek, su içmek bile. Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz? Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız ne yazık ki yaşamıyorsunuz!
............bir kadını ağlatırken çok dikkat edin..!!!
....... çünkü Allah gözyaşlarını sayar.....!!!!
kadın;erkeğin kaburgasından yaratıldı,ayaklarından yaratılmadı..!!!
öyle olsaydı ezilirdi......!!! üstün olsun diye başından da yaratılmadı......!!
AMA GÖĞSÜNDEN YARATILDI......
Eşit olsun diye......
kolun biraz altında...
Korunsun diye...!!!
KALP HİZASINDA SEVİLSİN DİYE!!!



Can DÜNDAR

KADIN OLMAK

FIKRALARDA bile yoktur, yarım hamile olmak. Ama hayatta var. Bu devirde kadın olmak, yarı hamile olmak gibi bir sey. Aynı anda hem hamile olmak, hem olmamak, hem de olmak-olmamak gibi yani...Hem seksi ve erkeksi savasçı Zeyna, hem de giyinip süslenip Ken'i bekleyen Barbie Bebek olmak. Hem erkeklerle, aynı okullarda eşit sartlarda okumak. Hatta daha iyi olmak. Hem de işe girebilmek icin patronlara 30'una kadar evlenmeme, çocuk yapmama sözü vermek. Her sabah çocuklarının anası, sevdiğinin kadını olarak uyanmak. Tüm dişi içgüdülerinle aynada hoş birini görene kadar çabalamak. Ve ardından ekmeğin peşine düşmek.Erkek gibi calışmak. Işinde mantıklı.Dışarda duygusal olmak.Isinde atik, yırtıcı, tuttuğunu koparan.Evinde narin, hassas, şefkatli olmak. Güzellik bir yere kadar deyip.O bir yere bir türlü varamamak. Hiç bitmeyen güzel, bakımlı, ince, genç kalabilme cabaları vermek. Kozmetiklere, estetik müdahalelere servet yatırmak. Nice okullar, üniversiteler okumak.Masterlar, doktoralar yapmak. Ama hayatın anlamını ille de bir erkekte bulmak.Hem saygı değer eş, muhtesem ev sahibi, basarili iş kadını.Hem de olmak. Cok ciddi toplantılar, büyük pazarlıklar yapmak.Bunları yaparken giydiğin ciddi pantolon takımlarin altına seksi jartiyer giymeyi unutmamak. Ah seni tavlamak için ne taklalar atan bu adamların, senin namusunu korumak icin seferber olup kurallar koymasına gülmek.Bu devirde kadın olmak. Ardı ardına değisimler geçirmek. Bitmek tükenmek bilmeyen şizofreniler yaşamak.Bu devirde kadın olmak. Dedim ya.. Yarı hamile olmak gibi birsey. Aynı anda hem hamile olmak, hem olmamak, hem de olmak-olmamak gibi....
Can Dündar

3 Şubat 2008 Pazar

bekarım, anneyim, cesurum, aşığım… kadınım!


duygularımı buz kalıplarına döküp derin dondurucuya attığım bir süreçte, tebessüm ve gözyaşı ile içimi ısıtan sımsıcacık bir film..


aa filmin adını belirtmeyi unuttum “ne kadar güzelsin” (comme t’yes belle) 2006 yılına ait ingiliz, fransız ve belçika ortak yapımı olup kadınların aşka dair tutumlarını çok hoş bir şekilde yorumlamış.


lea, isa, alice ve nina birbirleri ile sürekli zaman geçiren dört yakın arkadaştır. iş ve aşk hayatlarının tüm sorunlarını, gel-gitlerini ve sırlarını da paylaşmaktadırlar. birbirlerinden farklı bu 4 güzel kadının ortak amacı iyi yaşamak ve mutlu olmaktır. "ne kadar güzelsin", meşhur şarkıcı ve aktris marie laforêt'in kızı olan lisa azuelos'ın ilk filmidir. filmde, ilişkilerimizde ve iletişimimizde cep telefonlarının ne kadar çok yer tuttuğunun farkına bir kez daha vardım.

filmde iyi anne kavramı irdelendiğinde çok hoş bir yanıt geliyor doktordan "iyi bir anne, mutlu bir kadındır" kesinlikle doğru, kesinlikle!!

beni en çok etkileyen sahne, alice’in, aşkı ile evine dönerken arabada birlikte söylediği şarkı oldu. kadının mutluluğu, gülümsemesi ve dokunuşu kısacası aşkın özeti.. şarkıyı defalarca kez dinledim ve defalarca kez dinlemek için imesh’de de aradım ancak bulamadım :(

birlikte şarkı söylemek bence tüm mesele bu..
azmin sonu; castı didik inceleyip buldum bu gecenin aşk şarkısını :)) l'envie d'aimer.. uğraştırdı ama değdi :)
veee gecenin son sürprizi; şarkının ingilizce sözleri :

"It is so much that the possible love, tellement, the love. with which hears me! look at around! with which really wants it! it is so much nothing to believe in it but so much all however which it is worth the sorrow to want it, to seek it all the time.
it will be us as of tomorrow. it will be us the way. so that the love which one will be able to give oneself gives us the desire for liking.
it is so short a life, tellement fragile also to run after time leaves nothing any more live.
it will be us as of tomorrow. it will be us the way. so that the love which one will be able to give oneself gives us the desire for liking. it will be us as of this evening a us to want it, faire that the love which one will have shared gives us the desire for liking.
it will be us, it will be us, it will be us. so that the love which one will be able to give oneself gives us desire for liking. it will be us as of this evening a us to want it, faire that the love which one will have shared gives us the desire for liking."
teşekkürler nily.

29 Ocak 2008 Salı

pepsi max yetti amaaaaa!

sınıftayız, yüksek lisans dersimiz bitmiş, bayan asistanlardan biri açıyor bir pepsi max dayanamıyorum, kupamı uzatıyorum tadına bakmak için. ambalajına bakıyorum yine farklı bir tasarım baloncuklu, turkuaz renkli bişi... tadı nasıl mıydı asiti kaçmış coca cola gibiydi :( ee tabiki rüyamda oluyor tüm bunlar. sevmedim tadını. zaten pek de asitli içecek içmem ama yeter artık çık rüyamdan pepsi max! fazla işgal ettin bilinçaltımı. her gece yeni bir ambalaj nereye kadar :) ama olmaz ki!!

28 Ocak 2008 Pazartesi

pepsi max'in hedef kitlesi

reklam kuşağında ansızın beliren ve ekranı kaplayan kocaman iç karartıcı bir ambalaj tasarımı ile pepsi max'i görünce, ağzımdan kendiliğince "bunu kim içer ya, sanki içinde zift var gibi" sözcükleri döküldü. açıkçası pepsi max'in tasarımı direkt bana araç yağlarının ambalajlarını hatırlattı. bilinçli tepkim bu oldu. ancak bilinçaltımın tepkisi daha farklıydı..rüyamda ekranda lacivert ve mor renkleri ile beliren pepsi max ambalajını görünce "olay budur, gözüm gönlüm açıldı" yorumunu yaptım. olayı kendimce çözüverdim :)
işe gelince, rüyamın üzerinde düşünmeye başladım ve bir ön araştırma yaptım. zaten pepsi max'in hedef kitlesi ben değilmişim. kısaca erkeklere hitap eden bir ürünmüş kendisi. gerçi aysun kayacı'nın oynadığı reklamı hatırlasaydım bunu hemen anlardım. ama izlediğim spotun aynı ürüne ait olduğunu anımsayamadım. elbette kafama takıldı acaba erkekler bu ürünü ambalajından dolayı tercih ediyor mu? onlardaki çağrışımlar nasıl acaba? ama mutlaka bunun araştırmasını üretici firma yaptırmıştır.
gelelim "max" vurgusuna. light ya da diet terimlerinin yerine daha olumlu bir açılım olarak "max" tanımlaması seçilmiş. yerinde bir düşünce kanımca çünkü erkekler, light ve diet ürünleri tüketmede imajlarını zedeleyecekleri kaygısı taşıyor olabilirler. fakat maximum'un kısaltması olan "max" ürünün iddiası olan şekersiz nitelendirilmesinin aksine bana daha da çok şekerli bir tad algısı uyandırdı.
tabi şu da var ben bir bayan olarak yazdım. ürün, ambalaj erkek zihnine hitap ediyor. acaba gerçekten hitap ediyor mu işte ben bunu merak ettim.
*ambalajın tek aşına olan görüntüsünü bulamadım :( fotoğrafını çekip ekleyeceğim.

24 Ocak 2008 Perşembe

meriç'in kişisel iletisine atfen


canım arkadaşım demiş ki "15 yıl geçti değişen bir şey yok" ee değişen birşey yoksa biz hiç yaşlanmadık be güzel :)

olmaz mı güzelim.. ne değişmedi ki? 15 yılın öncesi deryası değişti meriç'i de, yürekler nasır tuttu. birazcık büyüdük ama çok olgunlaştık. bir çok hayat deneyimi yaşadık. mesela meriç eskisi gibi çılgın değil hiç hanım hanımcık olmadın gerçi. zekasını ki keskin zekasını değecek bir konuya kanalize ediyor. işine!

derya bir kızıl bir sarı saçlı oldu mesela. meriç saçlarını uzattı. derya kırmızı oje de sever oldu, eşofmanlarını hala çok seviyor ama mini eteklerini de..senin yüzünden fırça yemiştim atilla cangır'dan. ne vardı yani pazartesi ders günü değilken o kadar süslenecek? adam eşofman keyfimi zehir etmişti :) aa derya yemek yapmayı öğrendi..tarihe geçecek bir olay. ama senin eline su dökemem, sen varken ben bulaşık yıkamaya devam...

her koşulda eğlendik, boşvermeyi öğrendik, vazgeçenden vazgeçmeyi de, pes etmemeyi de, incinirken incitememeyi, gülerken ağlamayı; ağlarken gülmeyi zaten hep biliyorduk. en önemlisi biz bu dünyada kendimiz olmanın mücadelesini verdik. yeri geldiğinde kendinle dalga geçmeyi, karşımızdakini kendimiz olmamıza izin verdiği ölçüde sevdik.

msn sohbetlerimize bakınca anlıyorum ortak özlemlerimizi. kullandığımız sözcükler sıradanlaştı, terminolojimiz farklılaştı, bilime daha mı az inanır olduk ne şu sıra fal, burç konuları gündemde..walla yakıştıramıyorum bizlere. bu da bir süreç elbette bakalım keyfimize..

leman alıp pazar kahvaltıarının eşsiz eğlenceli tadlarını, doğaçlama uydurduğumuz film senaryolarını, karnımız ağrıyasıya kahkaha nöbetlerimizi, ilk biramı senin bir koşu marketten alıp geldiğini, belgesel maceralarımızı daha detaylı anlatıcağım..eşsiz derinliği olan arkadaşlarım benim hazinem.

şimdi derin bir nefes al, teşekkür edelim yaşadıklarımıza, torunlarımıza anlatacak ne çok anımız var yenilerini eklemeye ne dersin? uzun bir tren yolculuğu mesela, fotoğraf çekelim..

16 Ocak 2008 Çarşamba

4 şarkı bir ömür…

bir haftadan fazla sadece 4 şarkı dinliyorum, ardı ardına… fark ettim ki hiç sıkılmadım ve bunun üzerine düşünmeye başladım. kendimce mini bir gözlemdi aslında. yazacaklarım da kendi kendime yaptığım içsel konuşmalarım ve çıkarımlarım olacak zaten. ki çoğunun farkına yazarken varacağım.

nelerin mi farkına vardım? öncelikli olarak sevdiği şeylerden vazgeç(e)meyen biriyim. o yüzden arkadaşlıklarım uzun soluklu oldu hep. aşık olduğum kimseyi de çabucak silip atamıyorum hayatımdan. modern hayatın birliktelikleri bu yüzden bana yabancı ya!

sadece kişiler değil, sahip olduğum nesnelere de anlamlar yüklüyorum. onlar da vazgeçilmezlerim arasında; pembe ördekli pijamam, tombul kurşun kalemim, eflatun fularım, sağlam kişilikli siyah kayışlı saatim…

başkaca da ben sevmenin bıkmamak olduğunu, 4 şarkı ile bir ömür geçirebileceğimi anladım anlamasına da bana 4 şarkıyı söyleyecek adama rastlamadım… oysa birlikte 4 şarkıyı dinleyebileceğim adama razıyken…

hangi şarkılar olduğunu sonraki yazımda paylaşmayı düşünüyorum. 4 şarkıyla baş başa kalma zamanı…