31 Aralık 2009 Perşembe

dolaylı


kaygı yumağına dolandı gece

yazamadım.

kaygıyı umuda bağlayamadım

utandım.

ölçtüm, biçtim, tarttım

anlamadım.

çıkar yol bulamadım

kırıldım.

karanlıkta aydınlığı göremedim

kahroldum

kabus olmasını diledim

uyanıktım
fotoğraf, onur pehlivan

28 Aralık 2009 Pazartesi

farkındalık


zaman daha hızlı geçiyor

sıkılmaya bile vakit kalmıyor

dostlar zamanı anlamlı kılıyor

iyi insanlar azalıyor

ekonomi kötüye gidiyor

işsizlik artıyor

umutlar azalıyor

çaresizlik yıpratıyor

tahammül kalmıyor

hayaller rafa kaldırılıyor

değerler hiçe sayılıyor

sorgulanıyor,

iç hesaplar yapılıyor

dengeler alt üst oluyor

bencillik hüküm sürüyor

umursamaz bir kabulleniş eşliğinde yeni bir yıl geliyor

önceki yıllarda dilenen dileklere den denler konulup, hayata devam ediliyor.

22 Kasım 2009 Pazar

silent is cold


063wontyoulovemev10.mp3 Online recorder

i wanna cry, i wanna try and i wanna die

*özgür'ün sesi ile kendi bestesi

11 Kasım 2009 Çarşamba

aşk


ensemden sırtıma süzülen bir buz parçası gibi ürpertiyor beni aşk!
çizdiği kavisler ruhuma işliyor,
kalbimin zaptını zorluyor.

*
tenimin yüzeyinde nereme dokunursa aşk,
güneşim orada doğuyor,
çoğu zaman kasıp kavuruyor.


*fotoğraf, onur pehlivan

3 Kasım 2009 Salı

vefa

annemle sohbet ediyorduk, loş odasında. o’nun çocukluk hikayeleri bana masal gibi gelir. yaşına göre oldukça aydın fikirlidir, hoş görülüdür. çocuksudur ve de ilerleyen yaşından dolayı da çocuk inadı da tutmakta ara sıra, beni bıktırsa da!

Atatürk’ün memleketindenim ben diye başladı anlatmaya.. o’nu dinlerken; gölgesi düştü ayın yüzüme. annem anlattı ben daldım. ilkokul günlerime gitti hayalim. koyu yeşil tahta üzerindeki keskin bakışlı Atatürk portresinden hep bana bakardı Mustafa Kemal Atatürk. öğretmenimin tahtaya yazdıklarını defterime geçirip aferin demesini bekler gibi bakardım gözlerine. ben o zaman çalışkan bir öğrenci olacağıma dair kendimden önce Büyük Ata’ya söz vermiştim. minnet borcumu ödemeliydim.

çocuk aklımın almadığı ki hala da anlayamadığım nasıl olur da Atatürk’ün kurtardığı ve bağımsızlığını verdiği bu güzel memlekette O’nun büstlerine hain saldırılar düzenlenmesi. benim için yemek yemek, oyun oynamak kadar doğal bir şeydi Atatürk’ü sevmek. aksini şu yaşımda bile kavrayamıyorum. Ben buna tahammül edemiyorum. Atatürk’e yapılan saygısızlığı hazmedemiyorum!

üniversitedeyken her 10 Kasım’da Anıtkabir’e bir buket ile, eşsiz kurtarıcının huzuruna çıkardım. O’nun yaptıklarının yanında yazıya bile dökülmeyecek detaylar aslında bunlar. öyle ama Atatürk’e karşı kasıtlı yapılan saygısızlıkların sonu gelmiyor ki!

dünya’nın kabul ettiği büyük lideri, kendi torunları hiçe sayıyor ve ben bunlara tanık oldukça gözlerim doluyor, burnumun direği resmen sızlıyor.

kurtuluş savaşı sırasında yaşamak isterdim, o cefaya ben de katılmak, vatanım için canım pahasına katkıda bulunmak isterdim. işe gidip gelirken bunları düşünüyorum. işte bu minnet borcundan dolayı işime var gücümle sarılıyorum. bizler için verilen özveriyi hak etmeye çabalıyorum.

annem Atatürk’ün doğum yeri olan Selanikli olmaktan gurur duyuyor. memleketinin, Büyük Atası’nı bizlere hediye ettiğini düşünüyor.

her şeyden önce beni ben yapan Türk olma ve bu benliğimi asilce ve de bağımsızca ortaya koymamı sağlayan her alanda saygı duyduğum Atatürk’ü özlemle anıyor, vefa borcumu ödeyemeyeceğimin farkındalığı ile O’nu çok sevdiğimi haykırmak istiyorum.

13 Ekim 2009 Salı

32


32 yaşında bir kadın; yüreği nasır tutsa da aşka aralıktır kapısı.

32, ömrünün yarıya yakın kısmı.

nadirdir sitemi

ağırdır hüznü

anlamlıdır suskunluğu

bilinmezdir telaşı.

aptalcadır kaprisi

32 yaşında bir kadın tam da olduğu gibidir.

ta kendisidir.

arınmıştır

kavramıştır

özgürdür

bedelini ödemeye hazırdır yaptıklarının

göğsünde huzur vardır, saçlarında büyü

vazgeçmeyi de bilir, peşi sıra gitmeyi de!

32 yaşında bir kadın

bilir ama susar.

32 yaşında bir kadın, yükü omuzlarındayken hayatın, omuz silker ve gülümser

dengesini kurmuştur hayatının

32 yaşında bir kadın; istediğinde kalabalık, istediğinde yalnızdır.

32 yaşında bir kadın....;
öyle ki her damlası okyanustur.
* fotoğraf, onur pehlivan

9 Ekim 2009 Cuma

iki beşlik


havadan sudan konuşmak istiyorum.

bugüne has bir duygu!

zaman kaybı olarak nitelendirdiğim konulara odaklanmak, incir çekirdeğini doldurmayacak meselelere kafa yormak…

kasabamızın girişinde bulunan kahvelerden birine gidip bir sandalyeye padişah saltanatı gibi kurulmak, atıp tutmak istiyorum, her konuda fütursuzca..

minik sokağın köşesinde durup gelen geçenin hatırını sormak, eskilerin deyimi ile iki beşlik bozdurmak, her biri farklı senaryo içeren hayatlara küçük bir dokunuşta bulunmak istiyorum.

akşamüzeri kapı önüne karargah kuran kadınlarla akşama ne pişirsemin derdine düşmek, aaa baak bak o da öyle olur muymuşlara yapılan derin(!) yorumlara katılmak ve de bir süreliğine ait olmak istiyorum.

neden ve niçinlerin üstüne okkalı bir bağdaş kurarak oturmak ve ezercesine kaykılmak! yanılsamalı da olsa bugüne dair ben boş vermek, konuşarak düşünce yükü hafifler mi denemek istiyorum.

vee sesini özgür bırakıyorum düşüncelerimin.


fotoğraf, onur pehlivan

9 Eylül 2009 Çarşamba

sığınak

yatağıma sığınıyorum.

kitabımı, gözlüğümü ve okuma lambamı alıyorum. yumuşacık, ben kokan yastıklara kendimi bırakıyorum. kimi zaman ağrısı artınca ayaklarımın bir yastık da onlar için koyuyorum biricik sığınağıma.

demi başlıyor gecenin, vurgusu artarak..

serin rüzgar sızıyor odama, dolanıyor yatağımda. ürperiyorum tek hamle ile pikemi çekiyorum dizlerime.

her gece varıyorum bir ıssız adaya. salına salına dönüyorum ya en çok buna şaşıyorum!

yatağım: kurtarılmış bölgem. bana ait tek alan. annemin evine taşındığımdan beri kendimi en iyi hissettiğim tek mekan.

satırların fısıltısı yükseliyor kulaklarımda, tınıları beni büyülüyor. yüreğim dalgalanıyor. sığınağımda kalıyor bedenim. satırlarda hayat buluyorum. varlığım soyutlaşıyor..

nerede başlarsa başlasın benim serüvenim, yatağımda son buluyor!

elimin altında kitabım, yastığımın kenarında gözlüğüm ve satırların keşfini yaşamış olan bedenim ile yeni bir güne uyanıyorum.

4 Eylül 2009 Cuma

küçük prens-le petit prince

vazgeçemediğim başucu kitabım. çocuk ruhumu besliyor.


fransız yazar ve pilot antoine de aint-exupéry'nin en ünlü romanı. 1943'te yayımlanmıştır. roman new york'ta bir otel odasında yazılmıştır. kitapta anlatıma renk katan, yazarın çizimleri de yer almaktadır.

dünya çapında çok okunan ve çok sevilen bu kitabın yazarı saint exupéry, kitabı yazdıktan altı yıl sonra le petit prince adlı bir uçakla keşif uçuşu yaparken
akdeniz üzerinde kaybolur ve bir daha kendisinden haber alınamaz. fransa'da çok sevilen küçük prens'in resmi 50 franklık banknotların üzerine basılmıştır.

basit bir çocuk kitabı gibi görünen ama aslında yaşam, sevgi ve aşk hakkında derin anlamlar içeren küçük prens'te bir çocuğun gözünden büyüklerin dünyası anlatılır.
sahra çölü'ne düşen pilotun küçük prens ile karşılaşması ile başlayan kitapta küçük prens'in ağzından saint-exupéry, insanların hatalarını ve aptallıklarını, ön yargılarının ve büyüdükleri zaman unuttukları basit çocuk bakışını vurgular.

kitapta küçük prens'in yaşadığı asteroidi (B612) bulan bir türk astronomdur. hatta bu astronom
asteroidi uluslararası bir kongrede anlatır. fakat fesli kafası ve doğulu giysilerinden dolayı kimse onu dinlemez, ama bir türk diktatörün kıyafet devrimi yapıp herkesi avrupalı gibi giyinmeye zorlamasından sonra aynı astronom bu defa modern kıyafetlerle kongreye katılır ve herkes ikna olur.

mustafa kemal atatürk'ü bir diktatör ve yanlış yolda olarak tanıtan bu satırlar yüzünden uzun yıllar türk okuyucusu kitabı sansürlü okudu. yine bu yüzden kitap, eleştirilere maruz kalabileceği gerekçesiyle 2005 yılında ilköğretim öğrencilerine önerilmek üzere hazırlanmış olan 100 temel eser arasından çıkarıldı.

benim okuduğum kitapta sansür yoktu ki “diktatör” tanımlaması benim de dikkatimi çekmişti. doğruluk payı olmadığı için üzerinde bile durmadım “diktatör” sözcüğünün. 1943 yılında fransız bir yazarın büyük önder mustafa kemal için kullandığı tanımlamadan ziyade insanların ön yargıları ve bu konudaki tutumları ilgimi çekmişti.

günümüzde ise büyük ata’sını yerden yere vuran, o’nu eşsiz eserlerine burun kıvırıp, cumhuriyet’i yıpratmayan ve de aynı zamanda türk olduğunu söyleyen kimselerin söylemlerine tanık oldukça aklımdan iki düşünce geçiyor. ilki fransız yazar, atatürk’ün “diktatör” olduğunu düşünüyorsa bizim büyük atamız’ı iyi anlatamadığımızı ve sahip çıkamadığımızı düşünüyorum. sadece bu kitabını ile tanıdığım yazarın bu cümlesinde nedense kasıt aramıyorum. ikincisi ise bu topraklarda yetiştiği halde, dahi lider mustafa kemal’in olanaksız koşullarda yarattığı kurtuluş ve bağımsızlık savaşına saygı duymayarak, hiçe sayan kimselerin düpedüz nankör olduğunu düşünüyorum. işte bu kimselerde kastın yanında da ard niyetli olduklarını düşünüyorum.

ve de bu kadar sevilen bir kitaptaki bu “diktatör” sözcüğünün düzeltilmesi için kültür ve turizm bakanlığı’nın ya da ilgili makamların bir şey yapıp yapmadığını merak ediyorum. 100 temel eser listesi’nden çıkarmaktansa fransız yayınevi ya da yazarın mirasçıları ile görüşülebilirdi şeklinde çözüm önerileri geçiyor aklımdan. konunun uzmanı değilim, açıkçası neler yapılabilir merak ediyorum.


*bilgiler vikipedi.com

3 Eylül 2009 Perşembe

avuntusuz

*kıyıda kalmış yazılarımdan biri daha, haftalar önce "avuntu" yazısına atfen yazmış, nedense yayınlamamışım!?

hep aklımdan geçerdi, ben sigara içsem nasıl bir eda ile elime alırdım milyonları kendine tutsak ettiği maddeyi?!

geçen haftaki avuntu yazısı da böyle bir meraktan kurgulanmıştı..

geçtiğimiz sevgililer gününe kadar sigaranın tadını hiç bilmiyordum. o gün biraz da ortamın havasından biraz da meraktan bir iki nefes çektim.

anlamsız bir tad!

keyfimi kaçıran parmaklarıma sinen sigara kokusu!

sigara; kesinlikle hayatın tadını kaçırıyor, ağzımın tadını kaçırdığı gibi!

peşi sıra bu yargılara vardım, saniyelik zaman dilimi içinde.

günlük yaşamdaki “yak bi sigara” söylemindeki vaadkar hazzı hiç ama hiç hissedemedim. sanki sorunların avuntusu olacakmış tavrına karşılık benim avuntusuzluğu kabullenişim, oldukça bilinçli geldi açıkçası.

hiçbir şey kaybetmemiş, ömrüme birkaç yıl eklemişim…

hadi geçeyim sağlık kısmını. cildimin yıpranması, dişlerimin sararması, ses tonumun çirkinleşmesi, üzerime yapışıp kalan sigara kokusu düşüncesi bile oldukça rahatsız edici.

ve de böylesine zararlı bir şeyi, para verip satın mı alacağım?!!

aslında yazmaya başlarken sigarayı ve sigara içenleri yerden yere vuracak gibiydim lakin kimsenin bu tutsaklıktan gerçekte memnun olmayacağı düşüncesinden dolayı, haddimi aşmak istemedim.

Ahkam kesmek değil ama çocuğunun sigara içmemesini isteyen her birey bu konuda iyi bir örnek olma konusunda aldığı büyük sorumluluğu önemle hatırlatmak istedim.

19 temmuz kimileri için yeni bir başlangıç olur umudu ile..

27 Ağustos 2009 Perşembe

bez bebek


gün içerisinde ulusal bir gazeteyi tararken "günün en çarpıcı" haber başlığı ile sunulan haber, elbette ki benim de dikkatimi çekti. 15 yaşındaki kız çocuğu hırsızlık yaparken yakalanmış. çaldığı nesneler ise saç kurutma makinesi, teyp ve bez bebek!

kesinlikle onaylamadığım bir durum hırsızlık. fakat bu haber benim içimi burktu. gençliğinin ilk döneminde olan bir kız çocuğu, ruhu çocuk.! üstelik 23:30 gibi geç sayılabilecek bir saatte dışarılarda bulunuyor. başına herşey gelebilir..

ki zaten çocuk esirgeme kurumu yurtlarında barınıyormuş. aileden yoksun olan bu çocuklara devletin yanısıra toplum olarak bizler de sahip çıkmalıyız. uzmanı değilim ama eminim yapabileceğimiz bir şeyler vardır. kızı suçlayamıyorum henüz kendimi, toplumu sorgulamaktan.

masumiyeti olmaz tabiki hırsızlığın ama yaşı küçük, dedim ya ruhu çocuk! doğru ve yanlışı seçemiyor, yanlış kolayına geliyor olabilir.

haber beni etkiledi ve de kendime kızgınlığımı arttırdı. nedeni ise bez bebek projem vardı. oyuncağı olmayan çocuklara bez bebek dikmek için bir ekip kurma niyetindeyim fakat bir türlü başlayamadım.

niyetlerimizi ertelemeyelim, keyfim kaçtı.
vicdanım rahatsız

24 Ağustos 2009 Pazartesi

son


dolanan ruhum
aradığını buldu
huzura uyuyor
aşka uyanıyor

28 Temmuz 2009 Salı

öğlen arası

işten geliyor, anahtarını ararken zaman kaybediyor apartmanın girişinde. anahtarı bulmak gayretindeyken, fısıldaşan küçük hanımlardan biri dillendiriyor ortak fikirlerini; “ ayakkabılarınız çok güzel.” “büyüdüğünüzde siz daha güzellerini giyeceksiniz” derken teker teker öpüyor, tatlı kız çocuklarını.

mutlu olmak için ne kadar güzel bir sebep diye düşünürken evine giriyor.

yemek arası bitip siteden çıkarken en çok sevdiği kız çocuğu şevval koşarak geliyor “derya abla gözlüğünü takabilir miyim?” şevval’in minik burnuna yerleştirirken güneş gözlüğünü diğer meraklı hanımlar da gözlüğü denemek istiyor. kaçış yok hepsi teker teker deniyor yüzlerinde zor duran gözlüğü. gülüşüyorlar. heveslerini aldıktan sonra teşekkür edip kendi oyunlarına dönüyorlar şaşırtıcı bir hızda.

gözlüğünü takıyor, bir sürü minik parmak izi gözlük camında. keyfi iyice yerine geliyor, işe geç kalmış olsa bile. dokunmuyor gözlüğün izli camlarına. kendi çocukluğunun süslü günleri geliyor aklına. çok güzel günlerdi diye mırıldanıyor ve tutturuyor yine bir melodi.

düşünmeden edemiyor, hayat ona hediyesini verecek miydi falcının olumsuz yorumlarına rağmen?

cevabını bilmek istediği tek soru keyfini kaçırmıştı.

şarkı söylemeyi bıraktı.

18 Haziran 2009 Perşembe

gülüşümün ardındakiler

bacaklarım ağrıyor. sebebini az çok biliyorum ama erteliyorum. kapalı havalarda şiddeti daha da artınca ağrının, romatizma teşhisini koymak zor olmuyor. inadına topuklu ayakkabı giyiyorum. bu ağrıya yenik düşmek hiç hoşuma gitmiyor.

mısır tarlasındaki korkuluğun yerinde olmak istiyorum, imreniyorum. çünkü ben öylece durmak istiyorum. kavursun tenimi gün ışığı. terimi silmek için bile kıpırdamaya niyetim yok.

damarlarımda keskin köşeli buz kırıkları dolaşıyor, can suyum yerine. ruhumda yorgunluk izleri bırakıyorlar. boyası dökülen bir duvar misali bir şeyler eksiliyor içimde.

askıda unutulmuş bir palto gibiyim, koyu renkli bir kış paltosu. ağır ve hantal. zamana tutunmak istiyorum. sabitleyecek bir moleküle bile razıyım üstelik amaa beceremiyorum. çok yorgunum.

düşüncelerime düşen sözcük dizilerine aldırmadan sırt çeviriyorum, gücüm yok not almaya, düşlerden anlamlar yaratmaya.

uyumak istiyorum. deliksiz ve derin uykularda demlenerek bir süreliğine sadece nefes alıp vermek... bedenimi saran yaz esintisi ile ballanmak; gürleyen gökyüzünün hırçın damlalarına rağmen, umursamadan gök gürültüsünün öfkeli çığlıklarını, uyku halinde kalmak istiyorum. gecelerime, rüyalarımın uğramadığı bir uykuya dalmak ve hiçbir şey olmamış, nerde kalmıştık der gibi uyanmayı hayal ediyorum.

yorgunum.

11 Haziran 2009 Perşembe

my secret

I was a student at University of Akdeniz Public Relation Master Programme. We were going to enter examination a lesson that named was “Brand Management” end of the term. This lessons’s teacher was coming from University of Anadolu.

We were talking about examination with teacher and he told us “you can take to copy my notes which are on the table after the lesson.” End of the lesson we took all notes from on the table with my friend. The other students were going to take from us. First we went a copy center that in the campus after than we decided to go eating lunch. Because copy center owner told us “it takes long time” We said ok. We could came back again after the lunch.

One hour later we went copy center for taking our copies. While we were paying copies of money we recognized that something was wrong. Our copies were too many pages. We read first page than looked each other and smiled. The title was like this “ You should speak as your brand!”. This title was our teacher’s new book which will press two mounts later. Of course it was surprised. At first we thought “we steal teacher’s book and copied it. We are scient thiefs.”After three minutes later we decided that we won’t talk this situation. But our face of color were red.

We put notes on the table like a not do anything. Two week later we were going to enter examination from this lesson.

Me and my friend studied from teacher’s book not the notes..Of course we couldn’t studied whole book. Because the book was very thick.

When we learnt our examination’s points we lived dissapoinment. Me and my friend points were lower than the other.Because the others only studied from notes. But we studied from the unpublication book there for we confused allthing..

Our story’s main idea is : It must be the God’s justice :)

28 Mayıs 2009 Perşembe

s.u.s

kabalık değil, kabullenmişlik. bendeki s.u.s hali!

neden şaşırtmıyorsun beni hayat? ya da neden şaşırtamıyorsun diye sorayım. neden? oysa ben şaşırmak, çocuklar gibi hayret içinde gözlerimi kocaman açmak istiyorum.

sözcüklerim bedenimi sarmışken, dökülmüyor tek bir sözcük dudaklarımdan. inat değil, öngörü ve kabullenmişlik. yardım çağrısı değil bu s.u.s hali. emir kipi de değil. samimi bir oluruna bırakma gerekliliği…

çıkmaz sokaklara sapan cümlelerimden yorgun düştüm. pes ediyorum. bir süreliğine düşüncelerimi kendime saklayacağım. paylaşmayı sevmediğimden değil! izler bırakıyor yüreğimde; virgüller, ünlemler ve en çok da soru işaretleri.

bir süreliğine dargınım soru işaretlerine. tam da noktayı doğru yere koyduğumu sanırken, karşıma çıkan soru işaretlerine meydan okuyorum.

uzun bir süre çıkmasın yoluma soru işaretleri.

15 Mayıs 2009 Cuma

o ve ben

ben : günaydın
o : (sadece gülümsüyor)
ben : ne zaman uyandın
o : sen sola döndüğünde
ben : hıımm
o : az önce yani
ben : sen hep başucumda mı olacaksın?
o : sen oldukça evet!
ben : sana bir soru.... sence ben yalnız mıyım?
o : hayır, sen bir başınayken ben yanındayım. öyle ki;

iç çekişlerinde...
kitap sayfalarında
yolda şarkı söylerken
film izlerken
uzaklara daldığında
sustuğun sözcüklerde
kendine baktığında
aynada
salıncakta 
kalabalıkta
cama kafanı yasladığında
korkularında
özlemlerinde
yalanlarında
hesaplaşmalarında
dualarında
uzlaşmalarında
şımarıklıklarında
hırçınlıklarında
kurşun kaleminde
içine çektiğin iyot kokusunda

sen gözlemlerken insanları, ben gözlerine bakıyorum ve görüyorum ki benim varlığım sana iyi geliyor. ve bilmelisin ki sen, seviyorsun benimle olmayı. seni yanlış anlamıyor, yargılamıyorum. seni olduğun gibi kabul ediyorum. acizliklerini kınamıyor, kutsuyorum. sen büyüyorsun, büyüdükçe beni sahipleniyorsun. kabullendik birbirimizi. ürkütücü gelebilirim çoğu insana sen hariç ve bilmelisin ki istesem de seni terk edemem!

alışmalısın beni, başucunda bulmaya.

*fotoğraf, onur pehlivan

13 Mayıs 2009 Çarşamba

susmak

susuyorsan, büyümüşsün demektir. isyan edip konuşuyorsan hala çocuksundur. inancın vardır sözcüklerden medet umacak. 

susuyorsan, denenecek yol kalmamış demektir. 

susuyorsan, eziyet etmek istemediğindendir kendine.

hanımefendiliğinden değil suskunluğun, vazgeçtiğindedir.

susarken tasalanmıyor, umursamaz kalabiliyorsan, koca bir kaya parçası son noktan olmuştur. konu kendiliğinden kapanmış demektir.

zaman öyle bir kavram ki, her yaşanan anında deneyimleniyor ve yeniden şekilleniyorsun. yapamam, edemem, vazgeçemem dediklerini öylece hiç düşünmeden bırakabiliyorsun. ve öyle bir içsel süzgeçten geçiriyorsun ki yaşadıklarını, işittiklerini ve de okuduklarını kendi payına düşeni sorguluyorsun. neden ve niçinleri ya da diğer olasılıkları sorguluyorsun. tabiî ki cevabını bulamıyor, yorulduğunla kalıyorsun.

payına düşen acı ya da sıkıntı da olsa geçeceğini bilerek sabır ile hafifleyeceğin anı bekliyorsun. nasıl oluyorsa o hafifleme anı yüreğine, taze bir gün ışığı olarak yerleşiyor. bu sebepten ötürü hayatın her anının değerli olduğunu düşünüyorum. 

susmak, susabilmek farklı bir özgürlükmüş. bilinçli olarak kendini anlatmaktan vazgeçme isteği... sanırım bu da bana olgun yaşımın hediyesi.

hüzün yok bu sessizlikte...

6 Mayıs 2009 Çarşamba

bugün

bugün, diğerlerinden farklı olan bir şey yok.
annem sabah mutfakta
kahvaltımı hazırlıyor, bir taraftan bana TV’de gördüğü bir şeyi anlatıyor
biberin acı olduğunu fark ediyor
üstesinden gelinebilecek kadar acı oysaki 
bacaklarım ağrıyor.
hava kapalı.
yağmur çiseliyor.
kırmızı şemsiyemle yürüyorum
kaçamak bakışlar atıyorum camekanlara
iyi ki düz çizmelerimi giymişim diyorum
topuklu olan zahmet verecekti ayaklarıma
çünkü bacaklarım ağrıyor
tasalanmıyorum
biberin acısı gibi kendini hissettiriyor sadece
katlanabilir olsa keşke tüm acılarımız
sınırlarımızı zorlamasa...
bunları düşünürken, 
karşı kaldırımdaki arkadaşıma el sallıyorum.
karamsar şeyleri düşünürken de mutlu olabiliyor insan
bugün; ben, kendimden bunu öğrendim!

* fotoğraf, onur pehlivan


29 Nisan 2009 Çarşamba

hayaller

hayallerim, bir hayata sığar mı?
*
gezeyim, tozayım. 

keşfedeyim.,

yeni bir yabancı dil öğreneyim. 

masterımı tamamlayayım.

mutfak kültürümü geliştireyim.

kalabalık sofralar kurayım.

zamanımı dolu dolu yaşayayım.

dans edeyim.

sevdiğim adamla uyanayım.

şarap yapmayı öğreneyim.

dostlarımla gecelerce süren sohbetler edeyim.

spor yapayım.

sevdiğim adama hep aşık kalayım.

yaramaz bir bebeğin annesi olayım.

gülüşü güzel bir kadın olarak anımsanayım.

fotoğraf çekeyim.

başkalarına faydalı olayım.

iİşimi hakkıyla yerine getireyim.

iç dengelerimi hep koruyayım.

deneme türünde bir kitap yazayım.

çevremdekileri mutlu edeyim.

hep kendim olayım.

kutu gibi bir evde yaşlanayım.

geç kalmayayım.


28 Nisan 2009 Salı

aidiyet


gözyaşlarım beni bulamasın diye duşun altında saklanıyorum. sıcak su gevşetiyor düşüncelerimi. sımsıkı kapalı gözlerim.

günah çıkartıyor kalbim. öfkelenmeden, mağrurca. sitemi biraz yüklüce..

nefesim çelişkili. dargın biraz hayata.

ait olmak! evet, ait olma hissi meğer ne lanetli bir duyguymuş. neden insan bu duygunun özlemini duyar?!! direncimi kırıyor hiç olmadık anlarda. beceriksizleştiriyor beni.

özgür olmak! ne tatlı bir alışkanlıkmış meğer…

aşık olmak… ! aslında ben o duyguyu çoktan unuttum.

benim meselem ait olmak, daha doğrusu ait olamamakla! neden kapsayamıyor biri beni? neden ben böyle serseri atomlar gibi debeleniyorum? sonrasında elbette, yorgun düşüyor, vazgeçiyorum. taa ki bir -ait olma özlemi kokusunu- duyasıya kadar…

yenik düşüyor tüm benliğim, mantığım, dirayetli kişiliğim. teslim oluyor bu duyguya. savunmasızım ama yine de gözlerimi açmaya korkuyorum.

gözlerimi açmadan yazı yazmak istiyorum, girdabından çıkmak için bu amansız düşüncelerin. ama kıpırdayacak gücüm yok.

fırtına kopuyor göz kapaklarımın ardında. sızıyor gözyaşlarım, sıcak suya karışıyor.

şimdi; gözyaşlarım özgür, ruhum tutsak!

kalbim yine eksik. hatta bir öncekinden daha ürkek.

bir sonraki için daha hazırlıklı ama karışık.

sonuç: yalnızlık.

tek başınalık.

23 Nisan 2009 Perşembe

avuntu

elini çantasına attı. aradığını buldu. masaya bıraktı. eli yine çantadaydı ama bu sefer aradığını bulamadı. hoşnutsuz bir şekilde sırtını sandalyeye aniden yasladı. elindeki paketi kendi ekseni etrafında çevirirken bir taraftan gözleri garsonu takip ediyordu. haylazca içinden bi ıslık çalıp garsonun dikkatini çeksem nasıl olur diye düşündü. düşündüğünü hayalinde canlandırdı ve gülümsedi. ama yapmadı. garsonu beklemekten vazgeçti. yan masada oturan gençlere dönerek çakmak istedi. aldığı çakmağı masaya bıraktı sanki kullanmaktan vazgeçer gibi. gözleri uzağa daldı. paketin jelatinini zarifçe sıyırdı sanki bir hediye paketini açar gibi. beyaz kutunun kapağını açtı ezbere. gözleri hala uzakta. soldan üçüncü sigarayı bir çırpıda seçip paketi kapatıp çantasına attı.

garson, ince belli bardakta çayını getirdiğinde o sigarasını yakmıştı. gençlere dönüp çakmağı vermek için teşekkür edecekken zaten onların kendisini izlemekte olduğunun farkına vardı. aralık kalan dudaklarından sözcük çıkmadı. hafifçe tebessüm etti. saçını sağ tarafta omzuna toplayarak gelen geçeni izlemeye koyuldu. sol eli sağ dirseğini kavramıştı. ilk nefesini çekerek hayat verdi sigarasına. gelen geçenin telaşının aksine yudum yudum dumanını özgür bıraktı sigarasının. salınıyordu duman haddinden fazla nazlıca. dudağının kırmızı mührü sigarasına konuk olmuştu. dokunduğum her şeyde kendimden bir iz bırakırken acaba eksiliyor muyum diye düşünmeden edemedi.

ince belli bardağı direncini çok iyi gizleyen bakımlı elleri ile kavradı. parmaklarının bulutumsu beyazlığı demli çay bardağının üzerinde belirginleşti. bu durum kendisinin de dikkatini çekmedi değil. belki de bu nedenle bırakmadı uzunca bir süre ince belli bardağı elinden.

sigarasından süzülen dumanlar gözünün önünde bir hayali canlandırdı. görmeyi çok istediği bir yüzü.. dumandan hayal yok olmasın diye daha sık içine çekti sigarasını böylelikle dumandan hayali canlı tutabiliyordu. buğulandı gözleri, dumandan hayalin gözlerine baktı. sigarasından öyle bir nefes çekti ki susulmuş aşk dolu bir cümlenin anlamı sigaranın korunda dile geldi.

bilinmez bir biçimde minik gamzelerini ortaya çıkaran mahçup dudak ifadesi yüzüne yerleşti o kül tablasında kendi kendine küllenmeye yüz tutan sigaraya bakarken.

dik oturdu, bacak bacak üstüne attı.

16 Mart 2009 Pazartesi

su

su: H2O 

2 hidrojen 1 oksijen atomundan çok fazlası

mucizevi yaşam sıvısı

akıl almayan hayatın başlangıcı

hayatın devamının ön şartı

kimi zaman doğanın isyanı

engel tanımayan kararlılığın göstergesi

bilgeliğin simgesi

düşüncelerin saf hali

günümüzde insanlığın acizliği

en masum çocuk savaşı

rakının vazgeçilmez arkadaşı

bulutun gözyaşı

baş edilemezliğin çığlığı

gözlerimin tuzlu suyu



13 Mart 2009 Cuma

ruh karası

uyku sancısı çekiyor gözlerim. kirpiklerim ağır geliyor, göz kapaklarıma. 
derin kuyuya dalıyor gözlerim. 

karanlık... 

suskunluk, karanlık, yalnızlık.

yıpranmış hayallerimi görüyorum karanlık kuyuda. hiç de hayallerim ile uğraşacak durumda değilim, hatırları vazgeçilemeyecek olsa da! itiyorum onları kuyunun soğuk taşlarına. artık zihnim de bulanık...

asıl olan yokluk, has olan ise karanlık

bir yaprak düşse saçıma ağır gelecek, yük olacak bana. şarkıların sözleri bile yorucu geliyor kulağıma.

bıraktım gözlerimi derin kuyuda.

*fotoğraf selahattin ernas

3 Mart 2009 Salı

kadın...

gün ışığı gözlerini açmasını engelliyordu. sakince kapattı gözlerini. ağrıları keyfini kaçırıyordu çoğu zaman. hey gidi gençlik diye düşündü. sadece düşünmekle yetindi. başını ömrünü adadığı erkeğin bacağına yasladı, biraz da çekinerek. erkeğin de ağrıları vardı, ağırlık vermemeliydi yasladığı başı, yıllarını geçirdiği adamın dizlerine.

gün ışığından daha sıcaktı, başını yasladığı dizden gelen temas. ağrıları dinmiyordu, alışmıştı gerçi ama şu an en azından katlanabiliyordu yorgun bedenindeki sancılara. kayboldu kendi yorgun düşüncelerinde. ağrılarından kurtuluşu yoktu ama sığınmıştı sevdiği adamın dizlerine.

arkadaşımın çektiği fotoğraftaki kadın kaç gündür zihnimi meşgul ediyor. imrendim. evet kesinlikle imrendim gençlik hayallerinden, torunlarına masal yapan yaşlı ama şanslı kadına, kemik ağrılarına rağmen.

kadın her yaşta kadındır. ruhlarımız, özlemlerimiz ve düşlerimiz değişiklik gösterse de her kadın şefkate teslim olur. kendimden biliyorum mayası şefkattir kadının.

şefkatle yoğrulan yürekler, şefkatine saygı duyacak yüreklere ait olmak isterler. isterler de bunu dile getirmezler. dillendirmek istemezler.

onurlu kadın kimliğimizi, tüm renkleri ile yaşayabilme ve paylaşabilme umudu ile kadınlar günümüz kutlu olsun.

*fotoğraf selahattin ernas.



22 Şubat 2009 Pazar

kendime

kendimle; dertleşir, yürür, sinemaya gider, nargile içer, keyif yapar, şarkı söyler, gözyaşı döker, yeminler eder, yeminler bozar, dans eder, tatile gider, alışverişe çıkar, kutlamalar yaparım.

kendimle olmayı çoğu zaman severim. çoğu zaman diyorum çünkü hırçınlığımın üstesinden gelemem kendimin. uzağında kalmayı istesem de, esiri olurum bu hiç sevmediğim anlarında söz geçiremediğim kendimin.

aslında kendimleyken, bir anlamda kalabalık olurum. yine kendimle olduğum anların birindeyim. fonda bilindik bir şarkı. hüznümü, birlikte yudumluyoruz. her yudumda, gözümün içine bakıyor ve fısıldıyor; “daha öncekilerde olduğu gibi, geçeceğini bilerek tadını çıkartıyorsun yaşadığın üzüntünün. hatta tadına varabilmek için kimse ile paylaşmıyor, tüm benliğin ile kendine saklıyorsun. yaşadığın duyguyu; beyninin, düşüncelerinin ve kalbinin süzgecinden geçirdikten sonra onları kutularına kaldırıyorsun, açılmamak üzere, zihnin berraklaşmış olarak. yaşadığın acıya meydan okuyarak kanatıyorsun, ta ki acıtamayacak hale getirene kadar. yüzleşerek, dize getiriyorsun tüm duygularını. cevabını bilsem de sormadan edemiyorum, ama neden hep en zorunu ve de en yorucu olanını seçiyorsun? gülümsesen de hırpalıyorsun kendini. hüznün keyfine varıyorum desen de çoğunu içine akıtıyorsun gözyaşlarının. çok kere tanık oldum, ağlamaktan yorgun düşüp sığındığına, uykunun avutucu kollarına. başucunda bekledim, uykudan nasıl uyanacağını bilerek. bana ihtiyacın olacağını bilerek saçlarını okşadım. sen nasıl bir başkasına kıyamadıysan ben de sana hiç kıyamadım. cezaların en büyüğünü bizim payımıza ayırsan da… razıyım acıyı seninle yudumlamaya!”

onu dinlerken, buğulandı gözlerim. gözlerine; kırgın gözlerine baktım kendimin, uzun uzun. kirpiklerim birbirine değerken, firar etti gözyaşlarım. biliyorum uzun sürmeyecek, acımı kutsama seanslarım. bu da geçecek.. geçeceğini bilmenin verdiği huzur ile keyifle yudumluyorum hüznümü.

avuntuyu başkasında aramayıp benim gibi kendine sığınanlar, kendisine iyi baksın.

19 Şubat 2009 Perşembe

yarım kalan dostluklara

içimi sızlatan yaralar var, kimisinin izi en bilindik yerde kimisi kabuk bağlamaya yüz tutmuş halde kimisi de kanar durur gözyaşlarım ile.

tazecik bir yaranın verdiği sızıya nasıl şefkat gösterilir, bunu ben iyi bilirim. gülümserken hissederim bu sızıyı, dudağımın kenarındaki gamzede. konuk olduğunu bilerek daha özenli davranırım kendisine. onun da kabuk bağlayacağı gün gelecek. gerçi, o bana aynı hassasiyeti göstermeyecek, belki de pusuda yatacak canımı yakmak için, çıkacak ilk duygusal fırtınada.

her yaranın sızısı ile direncimin artacağının bilinci ile razıyım ben yaralarımın, bana yapacağı hainliklere! sızılarım, benim kişiliğimin en bilge desenleri. kabul etmek de vazgeçmek de zordur benim için. mücadeleyi hak eden her konuda direnirim. ancak değmeyeceğine kanaat getirdiğimde vazgeçerim.

birçok konuya aldırmam, güler geçerim. güvenirim hoş görüme. ama iskambil kağıtları gibi dağıldığım anlar vardır benim, işte zaten bu anlara aittir kimi yaralar. dağılan kağıtları deste yapıp, benzer yüzleri ard ardına sıralamak nasıl zaman alıyorsa, tüm saçmalığına rağmen benim de toparlanmam zaman alır. söylenen yalanı; hak etmediğimi, gereksiz gözyaşı döktüğümü bilirim. ama ben yalanı yakıştıramam dost dediğim, kendimden saydığım insana. böyle zamanlarda baş edemem hırçınlığım ile. ve de anlarım ki hırçınlığım ile sızımın şiddeti doğru orantılıdır. tüm bunlara rağmen yaşadığım hırçınlıktan çok utanır, pişmanlık duyarım. ömrümün en güçsüz anlarını yaşarım. en kuytularda sessiz fırtınalar kopartırım. açtığı yarayı anlamasını isterim dost dediğimin, ama hep haklı bir gerekçesi vardır yalnız bırakmak, susmak ya da özür dilemek için benim aklımın ermediği.

sonra mı? ben de kilitlerim kendimi, kendi içime! susarım. konuşmak manasızdır. toparlanır, yara berelerimi sarar, sızıma rağmen şarkı söylerim. o sırada öğrenmişimdir ki tek taraflı onarılmaz dostluklar! eğer canı olsaydı kırılan her bardağın, yapıştırıldığında bile kanayacaktı, dostu tarafından açılan yarası sızım sızım.

kendimi açtığım, renklerimi paylaştığım insanı hep saygı ile anma saplantısından artık vazgeçmeliyim. bu yüzdendir ki, kısa sürer benim isyanlarım. sızıya, sızı ile karşılık vermeyi sevmem.

yanıldığım dostlar, yaraların en büyüğünü açtılar. sızılarını hatıra bıraktılar. bir zaman sonra hiçbir anlamı kalmıyor olanların, açılan yaranın izinden başka!

18 Şubat 2009 Çarşamba

bir dokunuş merhem olur her yaraya

gece, her zamankinden daha karanlık. ay yok ortada, yıldızlarsa sanki biraz keyifsiz. birazdan ders başlayacak. sınıfa doğru yürüyorum. küçük menderes’in haykırışları beni çağırıyor. gitmemek olmaz. yanaşıyorum ırmağın kıyısına. o haykırıyor, ben susuyorum. kamelyaya yaslanıp izliyorum, bereketin bu delice akışını. düşüncelerimi bastırıyor suyun hararetli sesi.

tek bir şey diliyorum.

hızlı adımlarla sınıfa yöneliyorum. her zamanki yerime oturup, odaklanmaya çalışıyorum anlatılanlara. nafile. buğulu camlar, parlayan yazı tahtası ve yan düşmüş kitaplarda dolanıyor gözüm. fasülyeden dinliyorum dersi. konu da biraz karışık. ha gayret derya, dersin bitmesine az kaldı.

beklenmedik bir arkadaş çıkıp geliyor, gece hala karanlık. cümleler, iyi geliyor biraz hüzünlü halime. sıyrılıyorum buruk ruh halimden. hüzünlü bir kadından, küçük bir kız çocuğuna dönüşmem çok zaman almıyor. 

konuşuyor, konuşuyor, konuşuyoruz...

eve geldiğimde, şımarık bir tebessümle dalıyorum uykuya. bu gece tekrar farkına varıyorum ki gerçek arkadaşlar sessiz çığlıklarınızı hissedip, yanımızda olur. 

ne zaman üstesinden gelemeyeceğim sorun olduğunu sandığımda ya da kendi derinliğimde, kalp kırgınlıkları arasına sıkıştığımda, bir arkadaş eli kavrar yüreğimi.

işte bu mucizevi dokunuş, merhem olur her yarama.



12 Şubat 2009 Perşembe

ne yapsam

ee benim cumartesi günü için bir planım yok ki! takvime bakıyoruz vee 14 şubat sevgililer günü, bu hafta sonu! aman ne hoş. sevgilisi olanlar için cidden hoş bir hafta sonu olacak. ya olmayanlar için?

galiba, 14 şubat sendromu yaşıyorum. çevremde, kendi benzerim o kadar çok kişi var ki, bizden kalabalık bir yalnızlar masası çıkar, o akşam için. oturup yas tutacak halim yok ya desem de bir nebze içimin burkulması doğal zannımca.

özledim bir sevgiliye hazırlanan sürprizlerin telaşını..

canım annem, sevgililer günü hediyesi olarak terlik almış bana! düşünmesi yeter di mi?

aşkına aşıkların, aşka aşıkların ve umutsuz aşıkların sevgililer gününü kutluyorum.
benim gibi aşkın kıyısında kalanlara verebileceğim umut kalmadı, herkes baksın başının çaresine.

bu yazıyı yazarken çalan şarkının sözlerini aktarmadan edemeyeceğim; "ahh sevdasız kaldım, böyle geçmez bu bahar..."

29 Ocak 2009 Perşembe

atkı


bu senenin moda rengi griden 2 ters 2 düz başladım atkıyı örmeye. zevkli iş. her ilmekte kendi kendime konuştuğumu fark ettim. her sıra bitiminde farklı bir sohbet başlıyordu kendimle. deniz dalgası gibi oldu deseni, tabi daldım hayallere.

keyfim uzun sürmedi. atkı 1 karış 4 parmak uzunluğuna erişinceye kadar, bir sürü aksilik oldu. yüksek lisans dilekçemin enstitüye verilmesi unutulmuş, gezi planımız iptal oldu, güvendiğim biri güvenimi derinden sarstı, hasta oldum.

sanki ördükçe aksi olaylar sinsilesi devam edecek gibi hissettim. yumağın ortasına batırıp şişi, bıraktım kenara atkıyı.

güzel bir haber aldığımda örgüme devam etmeye karar verdim. nitekim bugün keyfimi yerine getirecek bir mail aldım. şüphesiz ki çok duygulandım.

diyordu ki arkadaşım; “yanımda sen olsaydın, beni sen anlardın!” o’nun, yanımda olmasını istediği anda nasıl bir yüz ifadesine büründüğünü şu an bile tahmin edebiliyorum.

anladıklarım keyfimi yerine getirdi, yanıldıklarım ise….

21 Ocak 2009 Çarşamba

reklamlar

televizyon izlemeyi pek değil hiç sevmem. sıkılıyorum. dün uzunca bir aradan sonra ilk kez kumandayı elime aldım. sebebi ise sevdiğim dizi desparete housewives'ın yeni sezon bölümlerinin yayınlanmaya başlaması. keyfe geldim hani.

odamdaki televizyon uyduya bağlı olmadığı için salona geçtim. cnbc-e kanalını açıp kendime hangi koltuğu seçeceğimi bilemedim. teker teker oturup karar kıldım birinde. kuruldum tv'nin karşısına değişmeyen zevkle, dizimi izledim. 

reklamlar başladığında ise ne yapacağımı bilemedim. baya baya unutmuşum televizyon izleme kültürünü! önceden reklam arasında wc, yemek yeme, su içme ya da diğer gereksinmeler alelacele karşılanır ve ışık hızı ile koltuğa oturulurdu, eee nerde kalmıştık modunda.

reklamlar başlayınca bunlar geçti aklımdan ancak hiç bir şey yapamadım. oturdum bir güzel reklamları izledim. bir sigorta reklamının müziğine, bir araba markasının reklam filminin kurgusuna ve mesajına bayıldım. kaldırımda leopar gezdiren kızı farketmek mümkün mü?!

reklam dünyasını seviyorum,

salı günleri 21.00'da tv'nin karşısında, umutsuz ev kadınları ile olacağım :)

18 Ocak 2009 Pazar

unutmuşum

aşağıdaki metni, sanırım bir sene önce yazmışım. yayınlamayı unutmuşum.

çocukluğumdaki kiraz

geçen sene doğum günümü kutlarken antalya’da arkadaşlarıma demiştim; seneye beni unutun, ailemin yanında olacağım diye.. planım gerçekleşti. yeni yaşımı ailemin yanında, eskiyen yaşların acısını çıkartarak kutlayacağım. acaba kaç yaşını kutlayacak diye yükselen soru cümlelerini duyuyorum. annem yazdığımı duymasın sakın! haziran ayı içinde 30 yaşımı doldurmuş olacağım.

40 günlük bebekken gelmişim kiraz’a: çocukluğumun mutluluk kalesine. uzaklıklar beni kiraz’a daha düşkün yaptı çocukluğumdan beri.. küçükken tire’ye gittiğimizde ki aslında tireliyiz. kiraz’a dönmek için çırpınırdım. hatta bir keresinde anneme “anne kiraz’a gidelim, gölgelerini bile özledim” demişim. veee tabi kiraz’da almışız soluğu..

oysa gittiğim şehre alışırım ben, istanbul’dan korkarım ayrı ama orada yaşamak gerekirse orada da yaşarım fakat tercih etmem o ayrı mesele..!

sokaklarında dolaşırken kiraz’ın, anılarımı topluyorum bir bir.. henüz “hey gidi gençlik” demiyorum ama içten içe şanslı sayıyorum kendimi.

komik ama derede terlik yüzdürdüğüm yaşlarda ben dünya’nın suludere köyü’nde bittiğini, sonrasının büyük bir boşluk olduğunu sanıyordum.

çıtlık sevdasına annemden gizli köy köy gezdiğimi, salçalı ekmek yemek için kolcu nine’ye gitmemin sebebi o eşsiz lezzetli ekmek miydi yoksa kolcu nine’nin tatlı şefkati mi, şu an bilemiyorum.

uçmayan uçurtmalarım, yağmurlu günlerde peter pan’a yazdığım mektuplar,

özgür ve uygar ile peşine düştüğümüz uzaylılar…

değişmeyen bir şey var pazar günleri hala sıkıcı kiraz’da..
*görsel kiraz'da yapılan iğne oyası motiflerinden güzel bir örnektir.

14 Ocak 2009 Çarşamba

bu sabah

ayakkabılarımı giydim, kapıyı çektim. rujumu sürmeyi unutmuştum, derdim bu olsun dedim. yağmur çiselemiş. toprak yumuşak. gün sanki henüz uyanmamış ya da uyanmak üzere, gözlerini ovuşturuyor. küçük adımlarla ilerliyorum, sevdiğim işe doğru.

günlük yapılacak işlerimi sıraladım zihnimde, dünden yarım kalan işlere öncelik tanıyarak. sokak lambaları hala yanıyor. iş yerleri, müşteriler için hazırlanıyor, kapıların önleri süpürülüyor. uzaktan da olsa sevdiğim bir arkadaşıma günaydın gülümseyişi gönderiyorum.

vitrinlerin camından kendime bakmayı ihmal etmiyorum, yeşil fiyonklu tacım hoş olmuş. evet evet keyfim yerinde. mutluyum.

sanki sıkıntılarım bulutlara bağlı. o kadar huzurluyum ki... iş yerinin basamaklarına geldiğimde, tüm iş programım yapılmıştı. 

mutlu bir sabah herkese, kuş tüyü misali.



12 Ocak 2009 Pazartesi

kurt seyt & shura

ortalık sessiz, gece yarısı. önceki birkaç gece de olduğu gibi, buluşma vakti, bahar’ın gönderdiği kitabım ile. kucağımda kitap, ama ben çoktan kayboluyorum satırlar arasında. giderek hızı artan sayfa çevirme sesi daha sık duyulmaya başlıyor. bitirdiğimde az da olsa buruldu içim, alışmıştım seyt ile shura’nın aşklarını okumaya…

36. baskısını tamamlayan roman, 576 sayfa olmasına rağmen, bir solukta okunabilecek türden. nermin bezmen’in dedesinin hayatının bir kesitini akıcı ve samimi bir o kadar da belgeler eşliğinde bizlere aktarması, eseri mükemmel kılıyor.

nermin bezmen’i geç keşfettiğim için hayıflanıyorum. zevkime güvenen herkese içtenlikle öneririm.

bahaaar, kurt seyt & murka’yı da göndersene :)

6 Ocak 2009 Salı

nasıldı..?

o, gelecek diye evin içinde arı maya gibi debelenmek ve kapımda çiçekle beliren sevdiğimi görmek nasıl bir duyguydu? neye küser, alınır ve nasıl affederdim? kaprislerim çekilir miydi? eğlenceli mi, karamsar mı, çocuksu mu ya da kadınsı mı idim?
tartışmayı uzatır mı yoksa çoktan konuşacak başka neşeli bir konuya mı geçmiş olurdum? yeterince fedakar mıydım? kaç kere çileden çıkartır kaç gülüşle kendime aşık ederdim? severken de kendim kalmayı başarabilmiş miydim?

ağlamaktan yorgun düştüğümde çok mu savunmasızdım? en çok neye sevinir, en çok ne zaman susardım? gelen güzel mesajı kaç kere okur, zihnime kazırdım? buluşmaya geç mi kalır yoksa vaktinde mi hazır olurdum?

pencerede yolunu gözlerken, özlediğim çok mu belli olurdu? ve o esnada hangi şarkıyı söylerdim? çapkın mı bakardım ya da bir çırpıda belli mi olurdu korkularım? yalan söylediğimde gözlerimi mi kaçırırdım?

kahve pişirirken gösterdiğim sabrı, severken de gösterir miydim? adaletli olmayı başarabilmiş miydim?

“seni seviyorum” derken, gözlerimin buğusu sesime yansır mıydı?

bunların hepsini unuttum.

bir süredir ıskalıyorum hayatı..